27 Ekim 2018 Cumartesi

NEDEN EĞİTEMİYORUZ-1 MEKANSAL SORUNLAR

     Sanılanın aksine eğitim dediğimiz mevzu devletlerin pek de umursamadığı bir mevzu değil. En azından bildiğinizin aksine devletimiz bu konuda cimri davranmıyor. İşin içine biraz olsun girdiğinizde sistemin belirli bir düzene sokulması adına ne kadar ciddi yatırımlar yapıldığını göreceksiniz. Ya da bu yazı dizisini takip edip sonlandırdığınızda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.
   Eğitim üstüne ne kadar kafa yorulsa da işin içinden bir türlü çıkamadığımız bir konu. Sadece ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde hala tam anlamıyla oldu denilebilecek bir eğitim sistemi mevcut değil. Eğitimi birey olarak ele aldığınızda devletin bireyin okul dediğimiz kurumdan çıkışını önemsemediğini düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız büyük bir yanlış içindesiniz. Her devlette olduğu gibi devletimizde de eğitimde her bir birey değerlidir. Yani en önde oturup tüm soruları doğru cevaplayan Ayşe devlet açısından ne kadar değerli ise arka sırada diğer öğrencilere kan kusturan Ahmet de bir o kadar değerlidir. Bu değerin temel kaynağını sanılanın aksine bireyin refahı düşünmek de oluşturmuyor. Bu işin tekniği basittir. Tüm dünyada okullar iktidar sistemlerinin temelinin oturtulduğu yerdir. Okullarda ilk olarak çocuklara toplum düzeni öğretilir ve bu öğretide her bir bireyi sistemin içine dahil etmek vardır. Bu aşamada ön sıradaki Ayşe'nin bir mühendis, doktor vb. mesleklerle topluma hizmet etmesi beklenirken arka sıradaki Ahmet'in de toplumun başına bela olmaması kendi yeteneğine uygun bir şekilde üretici olması hedeflenir. Yani bu kurum Ayşe için gaz pedalı görevi görürken Ahmet için bir fren ve raya oturtma sistemidir. Toplum kurallarının ve yönetim sisteminin işlenmesinin ardından çocuklar ince bir elekten geçirilmeye başlar. Zeka, bilgi ve sebat düzeylerine göre farklılıklarını gösteren bu çocuklar ilgi ve ihtiyaçlarına göre meslek gruplarına yönlendirilir. Ön sıradaki  Ayşe devlet ihtiyacına göre öncelikli meslek grupları arasına yönlendirilirken arkadaki Ahmet daha çok beden kuvvetinin kullanıldığı tercih edilmeyen meslek gruplarına yönlendirilir. Çünkü toplumun en alttan en üste kadar bütün meslek gruplarına ihtiyacı vardır. Hepsindeki ortak öğreti ise doğal olarak devleti, milleti ve sistemine sadık bireyler olması ve hiçbir şekilde sorun çıkarmama konusunda iyice işlenmiş olması.  Bu bütün devlet sistemlerinde hemen hemen ortaktır ve buraya kadar hiçbir sıkıntı yok. 

          Sıkıntı olan kısım nerede başlıyor? Yazı dizimin ilk kısmını oluşturan ilk sıkıntımız şu ki sisteme dahil olması gereken çocuklar bedenen ve zihnen okula gelmek istemiyor. Yani çeşitli zorunluluklarla okula bedenini getirebildiğimiz çocuklar zihnen okula gelmeyi kati suretle reddediyor. İlk yanlışımız da burada başlıyor zaten. Çocuk dediğimiz varlık insanın bozulmamış özüdür. Her birimiz sistem içinde eriyip bir şekilde istemediğimiz bir şeyi para gibi çeşitli enstrümanlarla mükemmel bir şekilde yerine getirebiliyoruz fakat çocuklar doğası bozulmamış her bir canlı gibi istemediği şeyi yapmama konusunda çok çok daha dirençliler. Bu düşünceden yola çıkarak haksızlık payını en son verebileceğimiz canlılar yine çocuklar. Yani baktığımızda ortadaki yanlışımız şu: Çocuk için okulları cazip mekanlar haline getiremedik. Getirseydik zihnen ve bedenen gelirler miydi? Gelirlerdi. Düşünün ki bu mekanlar park ya da bir oyun salonu gibi yerler olsaydı çocuk ağla ağlaya tepine tepine her türlü yolu kullanarak bir şekilde ailesini ikna edip okula gelecekti. Ama gelemedi. Neden gelemedi çünkü okulların teknik yapıları sevilmeye müsait değil. Bunun en büyük sağlamasını öğretmenlerde görebilirsiniz. Onların büyük bir kısmı da okula gitmek istemiyor. Binadan içeri girdiğiniz andan itibaren sizi soğuk ve itici bir atmosfer karşılıyor. Taştan ve kısmen karanlık koridorlar, renksiz ve soluk duvarlar ve daha da içeri girdiğinizde hijyenik olmayan tuvaletler, siyah bacaklı üstü kirli sıralar ve tahtalar. Rahat bırakılıp serbest bir şekilde istediğiniz bir şeyle uğraşsanız bile kendi isteğinizle orada uzun bir müddet kalmanız mümkün değil. Yıllar yılı dik oturmayı sevmeyen biri olarak neden dik oturur bir şekilde dinlemek, yazmak ve okumak zorundayım hala anlamış değilim. Ya da çocuk neden halı üstünde bir şey öğrenemesin? Neden rahat bir minderde uzanırken öğretmeni dinleyemesin? Ya da istediği yöne uzanıp da yazmaya başladığında bu bizim için bir sorun mudur? Toplum kurallarının ilk öğrenildiği yerler olan oyunlar neden derslerin temel konusu olmasın? Sınıflarda katı bir düzen ve sert bir uygulama yönergemiz var. Ama çocuklar bu sert düzene uıygun değil. Bir çocuk gayriihtiyari ayağa kalktığında dahi tahammül edemiyoruz. Yastık niyetine çantasını kullandığında yadırgıyoruz. Ya da yanındakine rahatsızlık verdiğinde bunun sebebi olarak o çocuğu görüyoruz. Halbuki çocuk kendi rahatsızlığını başkasına yansıtıyor. Sınıf ortamının belirttiğim tüm rahatsızlıklarına rağmen çocukların düzeyine uygun birer çizgifilm açalım. Tüm çocukların gözünü ayırmadan saatlerce izlediğini göreceksiniz. Yani teknik olarak çocuğun bu konuda da henüz bir suçu yok.
        Bu aşamada yazının ilk bölümünde sizlerin kendinize şu soruyu tekrar tekrar sormanızı istiyorum. Hiçbir çocuk bir parka zorla getirilmiyorken neden okula sürüklene sürüklene geliyor? İkinci yazıda görüşmek üzere.

25 Haziran 2018 Pazartesi

EVREN MANZARALI BALKONUMDAN SESLENİYORUM



                Aslında yazılarımda daha spesifik, ilgi ve itina gerektiren konulara değinmek niyetindeydim. Tabii yazma isteğimin sönmediği vakitlerde böyle bir düşüncem vardı. Ya da şöyle başlayalım. Blog sayfalarının Türkiye’de meşhur olma potansiyelinin olduğu dönemlerde ‘’konsept’’ bir blog sayfasıyla tıklanmaları takip edecek, ünlü blogger’ların yanında ufaktan yolunu bulan bir blogger olacaktım. Ama olmadı. Yani planlarımı tutturamadım. Zaten blog dediğimiz şeyde de çok yazı vardı, o da tutmadı ülkede. Biz bu mevzuyu uzun uzun düşünürken youtube fırtınası patlak verdi. Biz ne olduğunu idrak edene kadar Tostçu Erol çoktan dükkanı önünde hayran kuyrukları edinmişti. Ona da bulaşmadık haliyle.
                Bu yazımda boş konuşma zevzekliğini yaparak biraz da daldan dala ilerleyeceğim. Neyse konumuza dönecek olursak mükemmel bir boş vermişlik içindeyim. Sakin ve ruhsuz bir şekilde insanları seyrediyorum. İnsanlardaki yaşama tutunma hırsı şaşırtıcı geliyor. Hayatta kalma güdüsünden bahsetmiyorum. Bildiğiniz on parmakla yaşamın büyükçe bir kenarından sağlam bir parça koparma derdindeler. Ve bunu ellerinin ulaşabileceği bütün dallarda gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Haklılar mı? Kendileri bilir ben karışmıyorum. Ortak dert öncelik olarak tahmin edebileceğiniz gibi para. Ama çok para. Aslında asıl mesele bu da değil konuya giriş yapmak niyetindeyim. Kendinizi ya da yakınınızdakini yoklayın hemen. Sihirli değnek elinize verilse kendinizi hunharca eve arabaya ve paraya boğacaksınız. Tabii ben de bu gruba dahilim. Ve yetmeyecek bir türlü. Hep daha fazlası için hırpalanacaksınız. Bu savaşın içinde mutluluğu da esas almayacaksınız. Peki neden?

                Aslında sorum biraz garip farkındayım. Yani hemen her kilidin anahtarı olan bir nesneyi elde etme çabası kendi başına güzel bir gerekçe. Ama aşağıda görmüş olduğunuz pencereyi bir kez de ben açmak istiyorum. Aslında o kadar özel, minnoş, olmazsa olmaz, fevkalade değerli canlılar değiliz. Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Programı'nın yeni araştırmasına göre dünya 8 milyon 700 bin canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Bakınız canlı türü diyorum. Her bir türün bir bireyini esas alıyoruz. Canlı olarak kaç varlığız sanırım sayısal bir verisi yoktur. Merceği biraz yakınlaştırıyorum şu an dünya üzerinde 7,6 milyar insan var. Küsüratın içinde saymadıklarımız lütfen alınmasınlar kendimi de sayılmayan gruba dahil ediyorum. 7,6 milyar! Yani şu sayıya göre 7,6 Milyar insanın umrunda da değiliz. Çünkü genişçe bir çevremiz olsa da bu grup da küsüratlarda eriyor. Muhtemelen 8 Milyon 700 bin canlı türünün de umrunda değiliz. 8 Milyon 700 Bin canlı türünü de umursamıyoruz aynı şekilde. Yolda bastığımız bir karıncanın farkına bile varmıyoruz. Aynı şekilde üstüne basıldığı zamana kadar üstüne bastığımız karıncanın da ölen insanları umursadığını sanmıyorum. Hele hele evren üzerinde bir kum tanesi olan dünyamızda yaşanan bu küçük vakaların evren ahalisi tarafından da fark edilmediğine eminim. Demek istediğimi sözlü olarak farkında olmadan üstüne bastığım karınca üzerinden aktarayım. Yaşadığımız evren üzerinde ölüm, doğum, evlilik, kariyer vb. çabalarının hiçbirinin aslında o kadar ehemmiyeti yok. O kadar kafa yorduğumuz meseleler o kadar da büyük değil. Bir insanın ölümü de büyük yankı yaratmıyor kainatta. Ya da zor durumda kaldığımızda aslında kimsenin umrunda değil.






Peki nerde başlıyor bu yanlış algı? İnsan içinde yaşadığı evreni reddediyor. Yani çoğu zaman ekosistemin içinde zavallı zararlı bir parazit olduğunu inkar ediyor. Diğer canlılardan ayırıyor kendini. Diğer canlıları hor görmek pahasına yapıyor bunu. Yaradılış itibariyle dünyanın en savunmasız canlı türlerinden biri olduğunu göz ardı ediyor. Kullanmasa da bir beyni olduğuyla övünüyor. Halbuki içgüdü akıldan muazzam derece üstün kazanım. Bu son cümlenin bilimsel bir temeli yok. Tamamen şahsi düşüncem. Peki insanın bu yaşam çemberini inkarı insana ne kazandırıyor ne kaybettiriyor?

İnsan bu inkarla yaşama ve kazanma hırsı ediniyor. Yani mülk ve itibar kazanımına odaklanıyor. Şu an görebildiğim tek kazanım(!). Peki ne kaybediyor? Doğallığını evvela. Yani doğanın bir parçası olduğu gerçeğini kabul edemiyor. Dünyada bir sonunun olduğunu, bu sonun da olağanlığını; her tür his, duygu, düşünce, korku gibi duyguların sıradanlığını, diğer canlılardaki yaşamla kendilerininkinin arasında pek bir fark olmadığı gerçeğini kabul edemiyor. Aynı kategoriye koyamıyor kendini. Evren içinde rutin bir canlı olduğunu kabul etseydi insan, bir çiçekle yaşamsal olarak bir tutsaydı kendini mesela, ne pahasına olursa olsun koparabilir miydi onu? Sanmıyorum. Evren büyük dostlarım. Evren çok büyük. Hatta çoooook büyük. Bizler de onun üstünde o kadar gereksiz ve ufak bir ayrıntıyız ki. O yüzden boşverin büyük meseleleri, mutlu eden küçük meseleler olsun ilgi alanlarımız. Bu gereksiz uzun yazıda buraya kadar sabırla gelebildiğiniz için gözlerinizden öpüyor, ufak da bir şarkı ikram etmek istiyorum. Neşet Ertaş- Yolcu. Evrenin büyüklüğünü günde bir kez tahayyül etmeye çalışmayı unutmayın. Gününüz güzel, ömrünüz mutlu olsun.