25 Haziran 2018 Pazartesi

EVREN MANZARALI BALKONUMDAN SESLENİYORUM



                Aslında yazılarımda daha spesifik, ilgi ve itina gerektiren konulara değinmek niyetindeydim. Tabii yazma isteğimin sönmediği vakitlerde böyle bir düşüncem vardı. Ya da şöyle başlayalım. Blog sayfalarının Türkiye’de meşhur olma potansiyelinin olduğu dönemlerde ‘’konsept’’ bir blog sayfasıyla tıklanmaları takip edecek, ünlü blogger’ların yanında ufaktan yolunu bulan bir blogger olacaktım. Ama olmadı. Yani planlarımı tutturamadım. Zaten blog dediğimiz şeyde de çok yazı vardı, o da tutmadı ülkede. Biz bu mevzuyu uzun uzun düşünürken youtube fırtınası patlak verdi. Biz ne olduğunu idrak edene kadar Tostçu Erol çoktan dükkanı önünde hayran kuyrukları edinmişti. Ona da bulaşmadık haliyle.
                Bu yazımda boş konuşma zevzekliğini yaparak biraz da daldan dala ilerleyeceğim. Neyse konumuza dönecek olursak mükemmel bir boş vermişlik içindeyim. Sakin ve ruhsuz bir şekilde insanları seyrediyorum. İnsanlardaki yaşama tutunma hırsı şaşırtıcı geliyor. Hayatta kalma güdüsünden bahsetmiyorum. Bildiğiniz on parmakla yaşamın büyükçe bir kenarından sağlam bir parça koparma derdindeler. Ve bunu ellerinin ulaşabileceği bütün dallarda gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Haklılar mı? Kendileri bilir ben karışmıyorum. Ortak dert öncelik olarak tahmin edebileceğiniz gibi para. Ama çok para. Aslında asıl mesele bu da değil konuya giriş yapmak niyetindeyim. Kendinizi ya da yakınınızdakini yoklayın hemen. Sihirli değnek elinize verilse kendinizi hunharca eve arabaya ve paraya boğacaksınız. Tabii ben de bu gruba dahilim. Ve yetmeyecek bir türlü. Hep daha fazlası için hırpalanacaksınız. Bu savaşın içinde mutluluğu da esas almayacaksınız. Peki neden?

                Aslında sorum biraz garip farkındayım. Yani hemen her kilidin anahtarı olan bir nesneyi elde etme çabası kendi başına güzel bir gerekçe. Ama aşağıda görmüş olduğunuz pencereyi bir kez de ben açmak istiyorum. Aslında o kadar özel, minnoş, olmazsa olmaz, fevkalade değerli canlılar değiliz. Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Programı'nın yeni araştırmasına göre dünya 8 milyon 700 bin canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Bakınız canlı türü diyorum. Her bir türün bir bireyini esas alıyoruz. Canlı olarak kaç varlığız sanırım sayısal bir verisi yoktur. Merceği biraz yakınlaştırıyorum şu an dünya üzerinde 7,6 milyar insan var. Küsüratın içinde saymadıklarımız lütfen alınmasınlar kendimi de sayılmayan gruba dahil ediyorum. 7,6 milyar! Yani şu sayıya göre 7,6 Milyar insanın umrunda da değiliz. Çünkü genişçe bir çevremiz olsa da bu grup da küsüratlarda eriyor. Muhtemelen 8 Milyon 700 bin canlı türünün de umrunda değiliz. 8 Milyon 700 Bin canlı türünü de umursamıyoruz aynı şekilde. Yolda bastığımız bir karıncanın farkına bile varmıyoruz. Aynı şekilde üstüne basıldığı zamana kadar üstüne bastığımız karıncanın da ölen insanları umursadığını sanmıyorum. Hele hele evren üzerinde bir kum tanesi olan dünyamızda yaşanan bu küçük vakaların evren ahalisi tarafından da fark edilmediğine eminim. Demek istediğimi sözlü olarak farkında olmadan üstüne bastığım karınca üzerinden aktarayım. Yaşadığımız evren üzerinde ölüm, doğum, evlilik, kariyer vb. çabalarının hiçbirinin aslında o kadar ehemmiyeti yok. O kadar kafa yorduğumuz meseleler o kadar da büyük değil. Bir insanın ölümü de büyük yankı yaratmıyor kainatta. Ya da zor durumda kaldığımızda aslında kimsenin umrunda değil.






Peki nerde başlıyor bu yanlış algı? İnsan içinde yaşadığı evreni reddediyor. Yani çoğu zaman ekosistemin içinde zavallı zararlı bir parazit olduğunu inkar ediyor. Diğer canlılardan ayırıyor kendini. Diğer canlıları hor görmek pahasına yapıyor bunu. Yaradılış itibariyle dünyanın en savunmasız canlı türlerinden biri olduğunu göz ardı ediyor. Kullanmasa da bir beyni olduğuyla övünüyor. Halbuki içgüdü akıldan muazzam derece üstün kazanım. Bu son cümlenin bilimsel bir temeli yok. Tamamen şahsi düşüncem. Peki insanın bu yaşam çemberini inkarı insana ne kazandırıyor ne kaybettiriyor?

İnsan bu inkarla yaşama ve kazanma hırsı ediniyor. Yani mülk ve itibar kazanımına odaklanıyor. Şu an görebildiğim tek kazanım(!). Peki ne kaybediyor? Doğallığını evvela. Yani doğanın bir parçası olduğu gerçeğini kabul edemiyor. Dünyada bir sonunun olduğunu, bu sonun da olağanlığını; her tür his, duygu, düşünce, korku gibi duyguların sıradanlığını, diğer canlılardaki yaşamla kendilerininkinin arasında pek bir fark olmadığı gerçeğini kabul edemiyor. Aynı kategoriye koyamıyor kendini. Evren içinde rutin bir canlı olduğunu kabul etseydi insan, bir çiçekle yaşamsal olarak bir tutsaydı kendini mesela, ne pahasına olursa olsun koparabilir miydi onu? Sanmıyorum. Evren büyük dostlarım. Evren çok büyük. Hatta çoooook büyük. Bizler de onun üstünde o kadar gereksiz ve ufak bir ayrıntıyız ki. O yüzden boşverin büyük meseleleri, mutlu eden küçük meseleler olsun ilgi alanlarımız. Bu gereksiz uzun yazıda buraya kadar sabırla gelebildiğiniz için gözlerinizden öpüyor, ufak da bir şarkı ikram etmek istiyorum. Neşet Ertaş- Yolcu. Evrenin büyüklüğünü günde bir kez tahayyül etmeye çalışmayı unutmayın. Gününüz güzel, ömrünüz mutlu olsun.