29 Nisan 2015 Çarşamba

HAYATI YANSIMALARDAN YAŞAMAK


Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Saatine bakmak için telefonunu kırk beş derecelik açıyla kendine doğrultup sol yanındaki tuşa basmaya yeltenmesiyle patlak veren olayla farkına varmıştı bu durumun. Sıradan bir Salı akşamı sırtını pencereye vermiş notlarını karıştırmayı kesip telefondan saate bakmaya yöneldiği sırada sert bir gök gürültüsüyle irkildi. İki nokta dört rakam görmek için eline aldığı telefonunda gürültü eşliğinde uçağın beyaz, turuncu ve kırmızı renklerle boğuşmasına tanık olmuştu. Müthiş bir patlama! Ve uçak parçalarının renklerle giriştiği o muazzam cümbüş. Arkasına dönmeye cesaret edemedi. Dakikalarca bakakaldı ekrana, ekranın solundaki bütün olaya ışık tutacak ve saati gösterecek aydınlatma tuşuna basmadı. Olay ülke gündemine bir anda oturmuştu da olaya tanık olma şeklini hiç kimseye inandıramamıştı. Kendi de inanmadı sonra.

               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. İlk kez metro camına 60 derecelik açıyla baktığı sırada aşık olmuştu. Bir çift ateşten gözün simetrik karşıt cepheden 60 derecelik açıyla saliselik bakışına çarpmıştı gözleri. İki saniyelik aranın ardından tekrar göz göze geldiler. Hiç ayırmadı gözlerini camdan. 30 derecelik açıyla kafasını çevirip aslına bakmaya da yeltenmedi hiç. Tam 9 saniye! Metronun hızlanıp zamanın yavaşladığı, ayın doğmakta tembel davranıp mesaiye geç kaldığı bir anda ne kadar büyük bir zaman dilimi! Einstein yattığı yerden tebessüm edip ilk aşkın şerefine kadeh kaldırıyordu. 9 saniyenin ardından o çift göz, sahip olduğu bedeni dünyanın en çirkin sesine sahip o kadının ikazıyla metronun dışına taşıdı. ‘’Beşevler’’. Ayırmadı gözlerini camdan, bir saniye kırpmadı gözlerini. Kafasını çevirip peşinden gitmeye dahi tenezzül etmedi. Öylece kalakaldı uzunca müddet. Taa ki o çirkin sesin uyarısına kulak kabartana dek, ‘’Son istasyon, dikimevi!’’
               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Sakal tıraşı olduğu esnada ‘’Artık katlanamıyorum! Bitti!’’ nidalarıyla açılmıştı birden kapı. Ardındaki kapıyı görebilmek için yanlamasına 75 derecelik açıyla baktığında görmüştü hayatını emanet etmeye hazırlandığı kadının fırlattığı yüzüğü. Yüzüğün aynaya çarpıp giderden yuvarlanmaya başlamasıyla hayatının kadınının sokak kapısından kaybolması arası 7.2 saniye. Olayın beyninde yarattığı depremin şiddetiyle aynı rakamlara tekabül ediyor. Tıraş köpüğü beton kesilmişti. ‘’Gillete Mach 3 Turbo’’ tıraş bıçağı reklamların aksine sakal üstünde dans eder gibi kaymıyordu. Aynı zaman diliminde kadının gidişiyle geçen sürenin o görüntünün aynadan kaybolma zamanıyla arasındaki tezat karşısında Einstein’ın kemikleri sızlıyor, merhum kişi olaya daha fazla müdahil olmak istemiyordu. Ayırmadı gözlerini aynadan. Dakikalarca bakakaldı. Kapının çarpmasından 0.22 saniye önce kadının sırtı ve saçlarının oluşturduğu görüntü toz halinde aynada kalakaldı. Ve hareketsiz bir şekilde dakikalarca aynaya bakmaktan bir an olsun sıkılmadı. Zamanın durmadığına kimse inandıramazdı o an, sakalında köpükle harmanlanmış kırmızı damlacıkların lavabo giderine yaptığı yolculuk olmasa.
               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmenize fırsat verilse de gerçekleşir. Küçük bir azınlığa mensup bir dinozor olarak 98 yaşına varmayı başarmıştı. Çevresinde kime ‘’Allah uzun ömür versin’’ dediyse yaratanı o gencecik bedenden alıp bu lanetli insana vermeyi uygun görmüştü. Azrail, bütün vücudu cüzzamlı bir gurubete dönmüş bu lanetli ihtiyarı bir türlü ciddiye almıyor, çevresindeki bütün sevdiklerini gözleri önünde birer birer ellerinden koparıyordu. Ölümlerin her birine esef içinde tek tek şahit oldu. Türlü hastalık ve ecellerle ölen sevdiklerinin gözlerini o kapıyor, başında duasını o ediyor ve ilk toprağı gözyaşları içinde ilk o atıyordu. Çevresinde ses çıkaracak tek bir canlı kalmadığından her gün 98 senenin keskin hatıralarını katarakt olmuş o gözlerle tekrar ve tekrar önünde canlandırıyor ve anılarını kesintisiz yaşamak için hala 62 sene önce yüzük çarpan o aynayı kullanıyordu. Hayatına yön veren bütün olaylara cam ya da aynadaki yansımalarla şahit oldu. Türlü haber çığırtkanlığı yapan televizyonlar gibi. Ölümler dışında bütün dönemeçleri... Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. En çok gözlerine şaşırdı şu hayatta. Gözleriyle görüp gözleriyle inanamadı olup bitene. İyice bak derdi hep, gözün görüyorsa inanmasan da doğrudur, gözün gördüğü kulağın duyduğundan kesindir. Diğer duyuların aksine algıları daima gözler yönetir. Ve talihsizlik bukalemunların aksine insanların iki gözü de dünyayı aynı açılardan gözetir…

26 Nisan 2015 Pazar

AYRILIKLAR MÜZESİ: ZAGOR


                Bazı olayların başlangıcı ve bitişini çok sonradan farkediyor insan. Zihnin kalın duvarları arasından yükselmiş zümrütten bir kale gibiydi varlığı. İki yıl önce beynimin kanalları arasındaki labirentli yollarda kaybolduğum bir anda farketmiştim o kusursuz yapının varlığını. Zihni karışık olduğunda kavrayamıyor insan çevresinde olup bitenleri. Amaçsızca yol bilmeden koştuğum zamanlardan birinde durup düşünmek için değil de yorulduğumdan durup nefeslendiğim, o sırada sigaramı rahat yakmak için rüzgara sırtımı verip ardıma döndüğümde algıladım bir anda ardımda bitiverişini.
               Sevginin de öyle bir özelliği var. Önyargı gibi farketmeden bir anda bitiveriyor gözünün önünde insanın. Bir anda anlıyorsun sevgi beslediğin insandaki ilahi kusursuzluğu. Ve etrafındaki her şey manasızlaşıyor o andan itibaren. Şansın varsa eğer, işte o zaman doğuyor güneş o zümrüt kalenin üzerine. Vee günışığının mucizesi; göz kırpıyor yalnızlığından ve çaresizliğinden kaçıp sığınacağın o mükemmel kale.
               On beş gün geçse iki yıl olacaktı. Bir ömür geçti de o on beş gün geçemedi işte. Gün gibi hatırlıyorum başlangıcını. Bilen bilir öyle kolay kolay doğmaz gün ışığı şubatta. Siyasalın yanında ağaç dibinde eğilmiş eski kitaplar satıyordu. Kitaplara göz gezdirirken eski zagor çizgi romanları görünce beni hınzır bir gülümseme almıştı. Rahmetli babamın yeni nesil oyuncaklara karşı daimi bir savunmasıydı bu çizgi romanlar. Hep ‘’Bunlar da neymiş biz Zagorlarla büyüdük’’ derdi. İçimdeki duyguları tekrar canlandırmasının şerefine zagorları almaya karar verdim.
               -Ne kadar bunların fiyatı?
               Sesimle birlikte döndü eğilmiş ve bezmiş o bedene tabii olan yüz. Yüzünün yarısını yaprak gölgesi diğer yarısını Şubat güneşi sarmıştı. Daha dikkatli bakmak için ellerini yüzüne siper etti. Bana sorsan 5 dakika ona sorsan 45 saniye yandaki simitçiye sorsan maksimum 4 saniyelik duraklamanın ardından cevapladı:
               -2 kahve
               -Nasıl?
               -2 kahve işte. Filtre kahvelerden.
               -Fiyatı yok mu bunun?
               Sinirlenip okul yolunu tutmuştum. Bir yandan bu gereksiz muhabbetten dolayı kendime kızıyor, bir yandan babamın hatıralarını tek tek gözden geçiriyor bir yandan da derse yetişmeye çalışıyordum. Gecikmeli de olsa ilginç bakışlar arasında derse girdim ve düşünmeye başladım. Böyle olaylarda düşünmek istemli bir davranış olmaktan ziyade kendi kendine gerçekleşen bir eylemdir. Gün boyu attığım adımlar karşılaştığım insanlar ve tekrar tazelenen mazi bir bir tekrar canlanıyordu zihnimde. Hızlı çekim bu sürekli tekrarlarda her seferinde bir şeyler eksiliyordu. Zihnim gereksiz bir ayrıntıyı bir sonraki seferde muhakkak def ediyor ve sonunda beni dört ana unsur etrafında topluyordu. ‘’zagor’’, gözlerini gün ışığından kısmış o dikkatli bakan yüz, babam ve hatıraları…
               Beklemenin katlanılmaz olduğu saniyelere daha fazla katlanmadan apar topar çıktım henüz bitmemiş dersten. Yürümekle koşmak arasında bir hızda sağıma soluma bakmadan ilerliyordum. Kısa bir zaman diliminde gözlerim biraz daha dolu dikildim tepesinde. Bu kez gölgem kaplıyordu bütün ‘’eğilmiş duran adam’’ın bedenini. Elimle işaret ettim:
               -Ne kadardı bunlar? Gölgenin etkisiyle daha kararlı bakan o yüz daha kararlı ve tebessümle bakıyordu.
               -Üç kahve.
               -Gıcık mısın sen? Sardık başımıza belayı.
               -Zam geldi. Biliyor musun memleketteki enflasyonu?
               -Tamam uzatma buraya mı getiriyim kahveleri?
               Bekle dedi. Çizgi romanları kenarı ayırıp kitapları çantasına koyması bana sorsan 10, ona sorsan 15, simitçiye sorsan 115 saniye almıştı. ‘’Hadi gidelim’’ dedi. ‘’Ee satmayacak mısın daha?’’ dediğimde ‘’satarız sonra canım sıkıldı’’ demişti. Peşin fiyatına üç taksitte ödemiştim kahveleri. Ondan sonra da kendi ödemeye başladı zaten. Üç kahveye zagorların yanında bir adet mazi aldığım gibi bir adet de nur topu gibi ati satın almıştım.

               Zaman oldu gelip gitmelerimizle diş fırçalarımız da sevgili oldu, ardından not tuttuğumuz dosyalar ve nihayetinde koşu için kullandığımız yedek spor ayakkabıları ve kıyafetlerimiz. Kavgalarımız da olmuyor değildi. Diş fırçaları başka yönlere bakıyordu o zamanlarda mesela. Tesadüftür muhakkak ayakkabılardan biri mutlaka ters dönmüştür ertesi günü. 2 senelik o kaosun muhteşem ahenginde başım dönüyor, bir elimle aya öbür elimle yıldızlara erişirken iyice gerildiğimde aynı anda güneşin sıcaklığıyla yüreğimi ısıtabiliyordum. Zaman, mekan ve insanlardan müstakil ayrı bir evrende sağa sola bakmadan, ayrıntıya takılmadan koşturuyordum yalın ayak. Rüyalar da böyledir uzun metrajlı bir film gibi hafızanda yer ederken başı sonu ve ortasından başkasını hatırlamazsın hiçbir zaman. Yalın ayak koşturduğum esnada yuvarlandım o hayal aleminden. Düşmenin etkisiyle bozuldu rüya, zaman yerine tekrar oturdu ve insanlar tekrar geri geldi. İnsanların geldiği anda o çoktan gitmişti. Bana sorsan 15 salise, simitçiye sorsan 15 dakika ona sorsan 15 yılı bulmuştu yok olması. Saliselik olduğuna yemin edebileceğim o zaman diliminde parça parça kopmayı başarmıştı hayatımdan. Çoktan koymuştu kafasına gitmeyi belli ki. İlk aklı karar vermişti gitmeye. Aklıyla gitmişti ayakkabıları besbelli. Sonra yüreği gitmişti ağıraksak. Diş fırçasını götürmek de kesin onun işi. Vücudu gelirken elleri ayakları geri gitmeyi yeğliyordu muhtemelen. Onlar almıştır bütün kıyafetleri. Vicdanı almıştır giderken kesin. Kokusundan içim yanmasın diye o parfüm şişesini. Ve en son bedeni gitti, ‘’gitmem lazım, seni seviyorum. Hoşça kal!’’…
               Bütün bedenimi kesif bir felç aldı. Hoşça kal da diyemedim umarım kalacaktır. Parça parça harcadığımızı gördüğüm zümrüt kalenin kalıntıları tepeme yıkıldı. Çıplak kalmış ruhumun mahremini örtmek için sarılacağım birkaç parça eşya aradım. Boş dolaplar, gereksiz birkaç parça üstbaş ve onlar duruyordu komidinin üstünde. Maziyi ve şimdiyi içinde barındıran zagor’un çizgileri…
         
                             //MUSEUM OF BROKEN RELATİONSHİP//

Dipnot: Bu hikaye ayrılanların sevgililerinden kalan eşyaları bağışlamalarıyla oluşturulmuş ayrılıklar müzesine bir Türk tarafından bağışlanan zagor çizgi romanından yola çıkılarak yazılmıştır. Yolunuz düşerse müzenin ana merkezi Zagrep'te imiş. En yürek burkan parçaya gelince: