Bazı olayların başlangıcı ve bitişini çok
sonradan farkediyor insan. Zihnin kalın duvarları arasından yükselmiş zümrütten
bir kale gibiydi varlığı. İki yıl önce beynimin kanalları arasındaki labirentli
yollarda kaybolduğum bir anda farketmiştim o kusursuz yapının varlığını. Zihni karışık
olduğunda kavrayamıyor insan çevresinde olup bitenleri. Amaçsızca yol bilmeden
koştuğum zamanlardan birinde durup düşünmek için değil de yorulduğumdan durup
nefeslendiğim, o sırada sigaramı rahat yakmak için rüzgara sırtımı verip ardıma döndüğümde algıladım bir anda ardımda bitiverişini.
Sevginin
de öyle bir özelliği var. Önyargı gibi farketmeden bir anda bitiveriyor gözünün
önünde insanın. Bir anda anlıyorsun sevgi beslediğin insandaki ilahi
kusursuzluğu. Ve etrafındaki her şey manasızlaşıyor o andan itibaren. Şansın
varsa eğer, işte o zaman doğuyor güneş o zümrüt kalenin üzerine. Vee günışığının
mucizesi; göz kırpıyor yalnızlığından ve çaresizliğinden kaçıp sığınacağın o
mükemmel kale.
On
beş gün geçse iki yıl olacaktı. Bir ömür geçti de o on beş gün geçemedi işte. Gün
gibi hatırlıyorum başlangıcını. Bilen bilir öyle kolay kolay doğmaz gün ışığı
şubatta. Siyasalın yanında ağaç dibinde eğilmiş eski kitaplar satıyordu. Kitaplara
göz gezdirirken eski zagor çizgi romanları görünce beni hınzır bir gülümseme
almıştı. Rahmetli babamın yeni nesil oyuncaklara karşı daimi bir savunmasıydı
bu çizgi romanlar. Hep ‘’Bunlar da neymiş biz Zagorlarla büyüdük’’ derdi. İçimdeki
duyguları tekrar canlandırmasının şerefine zagorları almaya karar verdim.
-Ne
kadar bunların fiyatı?
Sesimle
birlikte döndü eğilmiş ve bezmiş o bedene tabii olan yüz. Yüzünün yarısını
yaprak gölgesi diğer yarısını Şubat güneşi sarmıştı. Daha dikkatli bakmak için
ellerini yüzüne siper etti. Bana sorsan 5 dakika ona sorsan 45 saniye yandaki
simitçiye sorsan maksimum 4 saniyelik duraklamanın ardından cevapladı:
-2
kahve
-Nasıl?
-2
kahve işte. Filtre kahvelerden.
-Fiyatı
yok mu bunun?
Sinirlenip
okul yolunu tutmuştum. Bir yandan bu gereksiz muhabbetten dolayı kendime
kızıyor, bir yandan babamın hatıralarını tek tek gözden geçiriyor bir yandan da
derse yetişmeye çalışıyordum. Gecikmeli de olsa ilginç bakışlar arasında derse
girdim ve düşünmeye başladım. Böyle olaylarda düşünmek istemli bir davranış
olmaktan ziyade kendi kendine gerçekleşen bir eylemdir. Gün boyu attığım
adımlar karşılaştığım insanlar ve tekrar tazelenen mazi bir bir tekrar
canlanıyordu zihnimde. Hızlı çekim bu sürekli tekrarlarda her seferinde bir
şeyler eksiliyordu. Zihnim gereksiz bir ayrıntıyı bir sonraki seferde muhakkak
def ediyor ve sonunda beni dört ana unsur etrafında topluyordu. ‘’zagor’’,
gözlerini gün ışığından kısmış o dikkatli bakan yüz, babam ve hatıraları…
Beklemenin
katlanılmaz olduğu saniyelere daha fazla katlanmadan apar topar çıktım henüz
bitmemiş dersten. Yürümekle koşmak arasında bir hızda sağıma soluma bakmadan
ilerliyordum. Kısa bir zaman diliminde gözlerim biraz daha dolu dikildim
tepesinde. Bu kez gölgem kaplıyordu bütün ‘’eğilmiş duran adam’’ın bedenini. Elimle
işaret ettim:
-Ne
kadardı bunlar? Gölgenin etkisiyle daha kararlı bakan o yüz daha kararlı ve
tebessümle bakıyordu.
-Üç
kahve.
-Gıcık
mısın sen? Sardık başımıza belayı.
-Zam
geldi. Biliyor musun memleketteki enflasyonu?
-Tamam
uzatma buraya mı getiriyim kahveleri?
Bekle
dedi. Çizgi romanları kenarı ayırıp kitapları çantasına koyması bana sorsan 10,
ona sorsan 15, simitçiye sorsan 115 saniye almıştı. ‘’Hadi gidelim’’ dedi. ‘’Ee
satmayacak mısın daha?’’ dediğimde ‘’satarız sonra canım sıkıldı’’ demişti. Peşin
fiyatına üç taksitte ödemiştim kahveleri. Ondan sonra da kendi ödemeye başladı
zaten. Üç kahveye zagorların yanında bir adet mazi aldığım gibi bir adet de nur
topu gibi ati satın almıştım.
Zaman
oldu gelip gitmelerimizle diş fırçalarımız da sevgili oldu, ardından not
tuttuğumuz dosyalar ve nihayetinde koşu için kullandığımız yedek spor
ayakkabıları ve kıyafetlerimiz. Kavgalarımız da olmuyor değildi. Diş fırçaları
başka yönlere bakıyordu o zamanlarda mesela. Tesadüftür muhakkak ayakkabılardan
biri mutlaka ters dönmüştür ertesi günü. 2 senelik o kaosun muhteşem ahenginde
başım dönüyor, bir elimle aya öbür elimle yıldızlara erişirken iyice
gerildiğimde aynı anda güneşin sıcaklığıyla yüreğimi ısıtabiliyordum. Zaman,
mekan ve insanlardan müstakil ayrı bir evrende sağa sola bakmadan, ayrıntıya
takılmadan koşturuyordum yalın ayak. Rüyalar da böyledir uzun metrajlı bir film
gibi hafızanda yer ederken başı sonu ve ortasından başkasını hatırlamazsın
hiçbir zaman. Yalın ayak koşturduğum esnada yuvarlandım o hayal aleminden. Düşmenin
etkisiyle bozuldu rüya, zaman yerine tekrar oturdu ve insanlar tekrar geri
geldi. İnsanların geldiği anda o çoktan gitmişti. Bana sorsan 15 salise,
simitçiye sorsan 15 dakika ona sorsan 15 yılı bulmuştu yok olması. Saliselik olduğuna
yemin edebileceğim o zaman diliminde parça parça kopmayı başarmıştı hayatımdan.
Çoktan koymuştu kafasına gitmeyi belli ki. İlk aklı karar vermişti gitmeye. Aklıyla
gitmişti ayakkabıları besbelli. Sonra yüreği gitmişti ağıraksak. Diş fırçasını
götürmek de kesin onun işi. Vücudu gelirken elleri ayakları geri gitmeyi
yeğliyordu muhtemelen. Onlar almıştır bütün kıyafetleri. Vicdanı almıştır
giderken kesin. Kokusundan içim yanmasın diye o parfüm şişesini. Ve en son
bedeni gitti, ‘’gitmem lazım, seni seviyorum. Hoşça kal!’’…
Bütün
bedenimi kesif bir felç aldı. Hoşça kal da diyemedim umarım kalacaktır. Parça parça
harcadığımızı gördüğüm zümrüt kalenin kalıntıları tepeme yıkıldı. Çıplak kalmış
ruhumun mahremini örtmek için sarılacağım birkaç parça eşya aradım. Boş dolaplar,
gereksiz birkaç parça üstbaş ve onlar duruyordu komidinin üstünde. Maziyi ve şimdiyi
içinde barındıran zagor’un çizgileri…
//MUSEUM OF BROKEN RELATİONSHİP//
Dipnot: Bu hikaye ayrılanların sevgililerinden kalan eşyaları bağışlamalarıyla oluşturulmuş ayrılıklar müzesine bir Türk tarafından bağışlanan zagor çizgi romanından yola çıkılarak yazılmıştır. Yolunuz düşerse müzenin ana merkezi Zagrep'te imiş. En yürek burkan parçaya gelince:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder