Herkesin
diline pelesenk olmuş bir kavram ‘’kültür yozlaşması’’. Peki bu süreç nasıl
işliyor? Nasıl işliyordu? Aslında herkesçe kısmen bilinen yahut hissedilen bir
çizginin dışına çıkmadan hatırlatmalarda bulunacağım.
Kültür
kavramı toplulukların yaşam standartlarının ve alışkanlıklarının bir bütünü
olarak karşımıza çıkıyor. Yani şu şekilde, ya da düzeltmek gerekirse şu şekilde
idi. İnsanlar topluluk halinde yaşıyor; hayatlarını kolaylaştıracak bilgileri,
becerileri, gelenekleri görenekleri ediniyor ve bu birikimleri bir sonraki
nesle aktarmakla mükellef oluyorlardı. Toplumun dokusunu inceleyerek belirli
yargılara ulaşmak son derece mümkündü. Bölgesel göçlerde dahi farklı bir yapıya
ulaştığını hissetmek mümkündü. Bunun yanında ülkeler arası kültür farkı ve
bunların insan doğasına yansıması konusunda da büyük farklılıklar mevcuttu. Doğa
ve fiziki şartlar insanların yaşamlarına doğrudan etki ediyor, insanların yaşam
tarzları ve standartları bu farklılıklar etkisinde şekilleniyor, farklı bir
vücuda bürünüyordu.
Peki
aynı coğrafyada yaşayan insanların nesilden nesle farklılıkları nereden
geliyor? Yani bir üst nesle baktığımızda daima farklılıkları büyük oranda
hissetmek mümkündür. Üst nesil alt nesli bozulmakla, alt nesil üst nesli geride
kalmakla suçlar. Bu noktada üst neslin kaygıları, alt neslin de fikirleri
mantıklı olandır. Yani üst neslin tarih boyunca edinilmiş olan birikimleri bir
sonraki nesle aktaramamış olma düşüncesi, kaygısı, telaşı yerindedir. Çünkü ardından
gelen ‘’zibidi’’ olarak tabir edilen neslin bunca yıllık birikimi tek celsede
yerle yeksan edecek hareketlerini sezmek, belirli konularda yenilik çabalarına
karşı kaygı duymak gayet normaldir. Bunun yanında yeni nesil çift yönlüdür. Yani
ayakkabılarını çıkarıp eve girdiğinde bir üst neslin himayesindeyken okula
ulaşıp derse girdiğinde, arkadaşlarıyla oyun oynadığında kendi neslinin
duvarlarını ilmek ilmek örmektedir. Çocuk beslenme çantasına, ceplerine,
kafasına, üstüne başına gelenek göreneklerini koyup okula getirmekte, okulda
öğretmenleriyle, arkadaşlarıyla bunu yeni yapı taşlarıyla yeniden üretmekte ve
ürettiklerini eve götürmektedir. Yani sabah evden çıkan Ahmet’le eve giren
Ahmet asla gün be gün birbirini tutmamaktadır. Bu korkulacak bir şey de
değildir. Ahmet yıllar boyu kültürü üzerinde taşımakta ve yıllar süren emekle
bir önceki neslin kültürünün güncellemesini yapmaktadır. Her çağda olduğu,
olması gerektiği gibi… Buraya kadar her şey normal. Peki sıkıntı nerede
başlıyor?
Yakın
zamana kadar kültürün gelişimini belirli boyutlarda açıklamak mümkündü. Yani
kültür belirli bir sistem içinde gelişim gösteriyordu. Topluluklar arasında
dikey bir kültürel kırılma mevcuttu. Nesilden nesle bir kırılma. Sonradan gelen
nesil bir önceki neslin alışkanlıklarını büyük ölçüde alıyor, gereksiz yahut
geride kalmış kısımları ortak bir mutabakatla tarihin derinliklerine gömüyor,
gerekli gördüğü kısımları düzeltiyor yahut eklemeler yapıyordu. Bu şekilde
kültürel bir bozulma olarak kaygı duyulan süreç sağlıklı bir gelişim, kültürel
büyüme halini alıyordu. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur. Kültürel kırılmanın
boyutları.
Yakın
zamanı yine göz önünde bulundurmayarak şunu söylememiz mümkündür. Evet kültürler
gün be gün değişiyor. Hatta zamanın bazı evrelerinde büyük kırılmalar da
yaşanıyordu. Fakat tarihin bu büyük döneminin tamamında dikey bir kırılma
mevcuttu. Yatay bir kırılmadan söz etmek mümkün değildi. Alt ve üst nesille
çatışma halinde olan nesil hiçbir zaman kendi içinde kırılmalar yaşamamış,
kendi içinde farklılaşmamış, anlaşmazlığa düşmemişti. Daima kendi içinde bir
mütabakata varmıştı. Taa ki sanayi devrimiyle başlayan, dünya savaşlarıyla ivme
kazanan doksanlı yıllarla kıvama erişen, internet çağıyla zıvanadan çıkan
döneme kadar. Sanayi devrimiyle varlık sahibi olmayı öğrendi insanoğlu. Dünya savaşlarıyla
bireyciliği, doksanlı yıllarla farklılaşmayı, internet çağıyla da yalnız
kalmayı öğrendi. Tarih çağlarında binlerce yılda sağlıklı bir şekilde anca
edinilecek tecrübeyi bir nesilde öğrenmeye kalktık. Teknoloji insanlığın
peşinden koşarken bir anda insanlık teknolojinin peşinden koşmaya başladı. Bu
acele yetişme çabası tarihin alışık olduğu şekilde toplumsal olarak da olmadı
bu sefer. İnsanlar tek tek yetişmeye çalıştı, mütabakata varamadan, aklıselim
gidişatı yorumlayamadan. Yoğrulmuş bilgilerin yerini safsatalar aldı. İnsanlık
dört bir yandan bilgi bombardımanına maruz kaldı. Tarihsel bir aydından daha
çok bilgi sahibi oldu insanlar; doğruluğu, birbiriyle ilişkisi ve yararı
olmayan, o kadar da kesin olmayan bilgiler. Sanal gettolarda büyütüldü beyinler
tek tek. Topyekün gelişim ve ilerlemenin yerini dağınık bir var olma çabası
aldı. Fikir akımları bir bombanın şarapnelleri gibi dağıldı dört bir yana,
paramparça oldu. İnsanlar bu parçaların birkaçını birleştirerek suni bir hayat
felsefesi edindi. Bu felsefeyi dahi yaşayacak zamanı olmadı sonra. Ait olmak
istedi insanoğlu, bir yerlere, küçük gruplara sığındı. İnsan da fazlaydı artık,
aidiyetini devam ettirmesi için koşulsuz kabul etmesi gerekiyordu gruba dair ne
varsa. Öyle de oldu. Düşünmeye zamanı da yoktu zaten insanoğlunun. Öyle de
yaptı. Böylece topluluklar da birlikte yaşamak dışında ne varsa terk ettiler
yahut hiç dahil olamadılar. Sonra özlediler. Geçmişi özlediler. Nostalji adına
özledikleri ne varsa son görebildikleri ‘’kültür sandıkları’’ kültür
kırıntılarıydı belki.
Gelecek
nesil adına kaygılanılması gereken bir dönemdeyiz. Çünkü tarih artık
toplulukların önlem alabileceği bir düzende evrilmiyor. Ya da alışkanlıkları
ölçüsünde hareket etmiyor. Eskisi kadar yavaş da değil. Kendini koruyacak
kudreti de yok zaten. Topluluklar o kadar da toplu değil hem. Küçük küçük
kırıntı halinde yaşamaya başladı insanlar. Bunun temelinde nesiller arasındaki
(teknoloji ve tarihsel sürece bağlı) yatay kırılmaların olduğu aşikardır.
Tarihsel
gelişimde kültür şekillenmesini asla tamamlanmayan sürekli yükselen bina gibi
düşünün. Binanın her bir katı bir nesli temsil eder. Yirmi kat çıkılmış bir
bina inşaatı düşünün. Yirmi birinci katında tuğlaları bir üst kata gidecek
şekilde dizmeye başlamadığınızı düşünün. Ya da aşağı katla uyumlu olmayan bir
şekilde yanlara açılacak şekilde dizildiğini…Yirmi kat çıkılmış bina artık
yanlara doğru düzensiz bir ilerleme sağlıyor. Bu binanın geleceği açıktır. Yirmi
birinci kat zayıf olursa kendi içinde yıkılacak, ağır gelirse tüm binayı
yıkacak. Mehteran adımları iki adım ileri gitmiş insanlık artık üçüncü adımını
atacaktır. Geriye doğru!