24 Mayıs 2019 Cuma

KANUN AHLAK VE KÜLTÜR ÜZERİNE



                Haritada Edirne’den sol tarafa doğru  iki il mesafesi kadar ilerlediğinizde (Bilecik kadar bile olur) içinde bulunduğunuz coğrafyanın atmosferinin ne kadar farklı olduğunu hissetmeniz mümkün. Yaşadığınız coğrafya itibariyle belki de üzerine yıllarca düşünmeniz gereken soruların başında şu geliyor: Neden bu kadar kısa mesafede bu kadar köklü bir fark mevcut?
                Dünya haritasında sağ baş parmağınızı Edirne’nin üzerine getirip saat yönünde 270 derecelik bir yay çizdiğinizde üstünden geçmiş olduğunuz coğrafyada bir tane refah düzeyi gelişmiş olan ülke göremeyeceksiniz. Çizmiş olduğunuz coğrafya her türlü ahlaksızlığın ve acının merkezi konumunda.  Peki haritanın sağı ile solu arasındaki farkın temelinde ne yatıyor?  Bu sorunun cevabının bu kavramlarda gizli olduğuna inanıyorum.

                Üç temel kavramın önemini göz önünde bulundurduğumuzda kötü olarak tabir ettiğimiz coğrafyanın önceliğinde kültür ve ahlak gelmektedir. Bu kavramların en belirgin özelliği evrensel değerlere bağlı olmayıp yerel düzeyde olmasıdır. Yani bulunduğu coğrafyanın kültür kodlarında yazısız olarak kabul görmüştür. Bu temel hareket belirleyicilerinin denetleyicileri yine o toplumun içinde bulunan sıradan insanlardır. Bu kültür ve ahlak kavramlarının genel bir yaptırımı da söz konusu değildir. Yani yanlış(!) bir şey yaptığınızda göreceğiniz tepki ve yaptırım o anda olaya şahit olan kişi ya da topluluğun o anki psikolojik durumuna bağlıdır. Ayrıca basit bir manipülasyonla yanlışınızın üstünü güzelce örtmeniz, hatta haklı çıkmanız mümkündür. Sokak ortasında saçından sürüklenen bir kadın karşısında sokak insanlarına kadının eşi olduğunu ve ahlaksızlık yaptığını söyleyerek müdahale edilmesini engelleyebilmek gibi. Bunun yanında bu tür kuralların öncelik olduğu durumlarda halkın geneli itaat ceza düzeyindedir. Yani biri sizi görecek ya da cezalandırabilecekse itaat et, size hükmedebilecek düzeyde değilse dilediğin gibi davran. Bu tür toplumlarda bu yönelimlerin fazla olmasının sebebi ise suç unsuru hareketlerin maddi yaptırımının olmamasıdır. Para cezası, özgürlüğünden alıkoyma ve benzeri cezalar kolluk kuvvetlerine denk gelmediğiniz sürece mümkün değildir. Manevi yaptırımlar ise kınayıcı bakışlar, sözlü ya da somut uyarılar –en fazla- toplumdan dışlama şeklinde gerçekleşir.
                Ahlak ve kültür temelli kuralların temel alındığı toplumların başka bir sorunu da kabul edilen kuralların esnek bir yapısının olmasıdır. Hatta bayağı esnek bir yapı. İlk esneklik aykırı kuralın toplumu ilgilendirip ilgilendirmemesidir. Yani kuralın çiğnenmesinin önemsenmemesi için çevredeki insanların vicdanı ve huzurunu rahatsız etmemesi yeterlidir. Yine aynı şiddet olayından örnek verecek olursak eşinize evde şiddet uyguladığınızda eşiniz acıklı seslerle haykırıp çevredekilerin vicdanlarını zor durumda bırakmıyorsa bu ne yazık ki pek de ceza gerektiren bir unsur olmuyor. Aynı şekilde polisin keyfi olarak kırmızı ışıkta geçmesi, öğretmenin derse zamanında girmemesi, bakkalın malı fazla tartarak vermesi yasal süreçleri uygulayacak kişilerce görülmedikçe diğer insanlar tarafından da pek önemsenmeyecektir. Bu tarzda ahlak ve kültüre dayalı yapıların yasal denetimi sağlanmadıkça geçerliliğini koruması bu tür durumları kötü niyetli kullanacak kişilerin inisiyatifine bağlıdır. Bu kuralların uygulanması ve belirlenmesinde duygular ön plandadır. Ayrıca kuralların belirlenmesi ve uygulanması konusunda tutarlılık, adalet ve mantık söz konusu değildir. Ufak bir çocuğun uzvunu misafirlere göstermesi güldürü unsuru iken kız çocuğunun karşı cinsten biriyle gezmesi son derece rahatsız edici olabilir. Her türlü kötülüğün uygulanmasının temel iştah noktası mağdur olacak kişi ya da canlıların sesini ne kadar duyurabileceğiyle alakalıdır. Çocuğun hakkını arayıp işlem yapabilecek kişilere derse girme konusunda şikayet edebilmesi, polisin kırmızı ışıkta geçişini halkın şikayet edebilmesi, hayvanın tecavüze karşı kendini ifade edebilmesi ya da edememesi bu eylemlerin gerçekleştirilmesiyle doğrudan alakalıdır.
                Peki neden kanun karşısında ahlak ve kültürün hükmünün kalmaması toplum açısından önemlidir? Şu örneklerle açıklayabiliriz. Hiçbir olaya şaşırmadığımız günümüzde resmi kıyafetiyle gasp edilen bir polis memuru haberine şahit olmamışızdır. Gençler birbirlerini bıçaklamak ya da uyuşturucu kullanmak için karakol önlerini tercih etmezler. Ya da kanunun kesin uygulanacağına emin olduğunuz herhangi bir yerde kesinlikle kural dışına çıkmazsınız(Üniversitede kopya çeken insan sayısıyla kpss’deki  -kişisel- kopya vakalarının sayısını karşılaştırabilirsiniz). Çünkü kanunlar evrensel kabullere yakın bir çizgide devam eder çoğu zaman. Ve bu kuralların uygulanması esnasında ceza görecek kişilerin isimleri önemsizdir –önemsiz olmalıdır-. Ve polis örneğinde de tahmin edeceğiniz üzere kurallara uymama konusunda uygulanacak ceza maddidir. En iyi ihtimalle cebindeki parayı alacak, daha ileri boyutta ise özgürlüğünüze –siz düzelene kadar- el koyacaklardır. Bu çoğu zaman kural çizgisini aşacak kişiler için caydırıcı olmaktadır.
Batı düzeninin doğu düzeninden kat be kat iyi olmasının temelinde de bu yasal kuralların uygulamasının ve takibinin iyi yapılması yatmaktadır. Kurallar belirli, katı, caydırıcı, açık, uygulanabilir ve herkes içindir. Kişi ya da kurumlar için hiçbir inisiyatif söz konusu değildir.
                Doğu toplumu olarak bu durumun açıklığını ve mantığını kavramamız mümkün değildir. Doğu toplumu eylemlerini duygusallık üzerine inşa etmiştir. Doğru ve yanlışların tespitinden önce doğru ve yanlışları uygulayan kişinin kimliği önem arz etmektedir. Hiçbir doğu toplumu babam olsa da cezasını çeksin diyemez. Bir suç işlemiş kardeşini –hatta arkadaşını- adalete teslim edemez. Yahut haksızlığa karşı belirli ölçüdeki insanları karşısına alamaz. Çünkü kültür ahlak kodu üzerinde baskın gelmiştir ve bu durumda kanunun herhangi bir hükmü yoktur.
                Kanunlar ve kanunların uygulanması yeterli midir? Temele baktığımızda evrensel değerlere yakın olsa da aslında kanunlar da yeterli değildir. Bir insanı öldürmenin, varlığına ve yaşam koşullarına zarar getirmenin hiçbir izahının mümkün olmaması  durumunda kanunların da yeterli olduğundan söz etmek mümkün olacaktır.
                Peki bu düşünceler ve bakış açısını edindik ne işimize yarayacak? Çocuklarınızı eğitirken ahlak kurallarını ve kültür kodlarını doğal olarak zihin yapılarına işleyeceğiz. Bu kodların en üstüne her zaman kanunları ve evrensel değerleri kodlamamız büyük önem taşımaktadır. Bu kodlar onun kötü bir insan olmasını büyük ölçüde engelleyecektir. Ve bu zihinlerin kültürel-ahlaki kodların kanunlar karşısında uygunluğunu eleştirebilmesi konusunda cesaretlendirilmesi güzel bir dünyanın açılması mümkün olmayan kapısının yerinin saptanması konusunda kolaylık sağlayacaktır. En önemlisi faydacı bir yaklaşımla iyi insan olma eğilimindeki insanlar zamanla yok olacak, iyi bir insan olduğu için hak ettiğini kazanacak toplumun kapıları aralanacaktır.

15 Şubat 2019 Cuma

NEDEN EĞİTEMİYORUZ-2 ÖĞRETMEN SORUNU


               Eğitim sistemimizin bir türlü oturtulamamasının sebeplerinin bir diğer ayağı –aslında en önemli ayağı- öğretmenlerimizden bahsetmek istiyorum. Öğretmen psikolojisini ve geçmiş yaşantısını genel hatlarıyla incelemek durumu saptamak ve üzerine tartışmak adına mantıklı bir adım olacaktır.
                Günümüze kadar kafamda canlanmış olan öğretmen profilini kabaca ikiye ayırmak istiyorum. İşine memuriyet gözüyle bakan ve kuralları icra etmek dışında vicdanen bir yükümlülük hissetmeyen öğretmen, işinin hakkını vermeye çalışıp sistem içinde eriyip gitmeye mahkum olan öğretmen. Aslına bakarsanız iki öğretmen tipi de farklı yollardan aynı sonuca ulaşmakta, bilgi aktarıcı –google-  rolünde sabit bir yaşam tarzıyla 40 dakikalık periyotlarla emekliliğe sürüklenmektedir. Yani sonuç olarak –şu an için- eğitim adına hiçbir işe yaramayan bilgi yığınlarından ibaretiz.
                Bu sorunun temellerine kafa yorduğumda ilk aşamada karşıma çıkan sorun eğitimsizliğin kendisi çıkıyor. Şöyle ki öğretim hayatımızın hiçbir döneminde eğitimle karşılaşamıyoruz, karşılaşmadık. Aslında eğitim diye adlandırdığımız şeyin çok büyük bir kısmı öğretim. Yani bir çocuk anasınıfından itibaren yoğun bir öğretim sürecinden geçiyor, belirli alanlarda öğretimine derinlik katıyor ve o alanda uzmanlaşıp o uzmanlığını icra ediyor. Aynı şekilde öğretmenlerimiz de bu öğretim sürecinin başından sonuna kadar eğitimden yoksun yetişiyor, eğitimin ne olduğuna dair teorik birkaç söylemden fazlasını ortaya koyamıyor. Aslında üniversite yıllarında dahil olduğu fakülte de bir öğretim fakültesi. Kısacası kavram kargaşası yaşıyoruz. Eğitim adına öğretim yapıyor, öğretim satıyoruz. Bunu tespit etmesi zor değil.

Öğretmen toplantılarının genelinde ulaşılmak istenen hedef derslerde bilgilerin en etkin şekilde çocuklara nasıl aşılanacağıdır. Buna verilen önemin haklılığını şu an için hiçbir öğretmen inkar edemez. Hatta genel ahlak, davranışlar ve tutum geliştirme adına çok çok az konuşulur. Çünkü konu açıldığında öğretim boyutu çoktan konuşulmuştur ve toplantının bitme vakti öğretmenlerce çoktan gelmiştir. Veli görüşmelerini ele alalım mesela. Açıkçası pek hoşlanmıyorum bu görüşmelerden. Çünkü genel anlamda çocuğun derslerde bilgi düzeyinin nasıl olduğuna dair meraklar giderilmeye çalışılır. Veli gözünde de öğretmen gözünde de önemli olan budur. Çoğu zaman dersine girdiğim öğrencilerin kitap okuması ve kendini ifade edebilmesinin yeterli olduğunu dile getiriyorum. Bu açıklamayı yaparken yaşadığım tedirginliği ömür boyu yanımda taşımam gerektiğinin farkındayım. Çünkü açık açık okul ortamının bütün paydaşlarının hemfikir olduğu en büyük ortak nokta bilgi düzeyi. Bu aşamada hiç kimseyi çocuktaki davranış ve yönelim üzerine konuşup kitap okumanın yeterli olacağıyla ikna etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bu konuşma çocuğun bilgi düzeyiyle ilgili bilgi vermeyecektir.
Öğretmenler olarak almamış –alamamış- olduğumuz eğitim eksikliği işimizle ilgili tüm alanlarda kendisini belli etmektedir. Dürüst olmakta fayda var ders, teneffüs ve diğer zamanlarda aklımızdaki tek soru işareti bilgiyi öğrenciye aşılamakla ilgili. Başarıyla ilgili temel kıstaslarımız da aynı. Çünkü eğitimin bu olduğuna yürekten inanıyoruz. Bizden bunun istendiğini de düşünüyoruz basit benzer kalıplarla. Arka sırada sıkılan, teneffüste kavga eden, derste pencereden dışarıya bakan çocukla ilgili bir özelliğini değiştirme imkanımız olsa uslu durup çalışkan olmasını dileriz herhalde. Çalışkan kelimesinin karşılığı da bilgi düzeyiyle orantılı tabii ki. Öğretmenle ilgili sorunların başında bu gelmektedir.
Öğretmenlik sabır, özveri, olgunluk, anlayış … gibi birçok özellik gerektiren bir meslek. Ne yazık ki özellikle günümüz öğretmenlerinin bu özelliklerin çoğundan yoksun olduğunu söylemek zorundayım. Zor bir meslek kabul etmek gerekir. Zihinsel olarak hayatının tümünden fedakarlık etmek gerekir. Daha bilişsel ve duyuşsal olarak sürekli ilerlemeyi gerektiren bir meslek. Değişime ve gelişime muhtaç bir alan. Süreç içinde en katı kalıpları bile kafanda eritip güncellemen gerekir. En büyük sorunlarımızdan biri de bu. Öğretmen kişi artık kendini geliştirme ve değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. Bu değişim ve gelişimin zihninde vicdani bir karşılığı yok ne yazık ki. En basit örneğini şu şekilde verebilirim. Günümüzde eğitim adına köklü bir değişime gidilmeye çalışılıyor. Büyük oranda bu değişime öğretmenin ayak uydurma gibi bir hevesi yok. Görüş talepleri kopyala yapıştırla gideriliyor. Değişim ilkeleri çoğu öğretmen tarafından incelenmedi bile. Yani öğretmenler memnun olmadıkları sistemin devamlılığında bir şekilde ısrarcı. Uzayan toplantılardan, uzayan eğitimsel! Aktivitelerden memnuniyetsiz ve bunu dile getirmekten de çekinmiyor.
Öğretmen çocukla sohbet etmiyor. Doğa üzerine konuşmuyor. Onunla oyun oynamıyor. Sohbet konularında müfredatın dışına çıkmıyor. Hayallerine ortak olmuyor. Farklı konulardaki hayal gücüne ve heyecanına ortak olmuyor. Tabiri caizse çocukla çocuk olmuyor. Onun kaygı, sıkıntı ve sorunlarıyla tam anlamıyla ilgilenmiyor – üstüne mont, sırtına çanta, evine makarna aldım kısımlarını kastetmiyorum-. Tabii ki öğretmenlerin de insan olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum. Öğretmenin bu noktalara yönelimi konusundaki isteksizliğinden yakınıyorum. Aslında bu noktalara eğilimdeki eksikliğin bir sonucudur okuldan zihnen uçup giden öğrencilerin varlığı.
Okul şartlarını bahane ediyoruz. Okul şartlarının zorluğunun tek haklı noktası okul idaresi ne yazık ki. Bu aşamada idarecilerin çıkardığı zorluk ve katı çerçeveleri en kabul edilebilir bahaneler arasında görüyorum. Bunun dışında mekansal yetersizlik ve sorunların zorluk derecesini artırsa da eğitimi büyük oranda etkilemeyeceğini düşünüyorum. Öyle ki çocuk her şartta oyun oynamanın ve çocukluğunu yerine getirmenin gereklerini kolaylıkla –zevkle- yerine getirebiliyor. Zorlu şartlar da olsa çocukların zihinsel idmanına rehberlik etmek, doğayı , çevreyi, dünyayı, yaşamı tanımada yol gösterici olmak, hayal gücüne ufak ufak yollar açmak son derece mümkün. Ama ne yazık ki bu saydığım maddelerin birkaç tanesine biz de yabancıyız. Yaşam ile ilgili çerçevemiz ne yazık ki son derece dar.
Saydığım ve saymakla bitiremeyeceğim bu tür sorunlardan nasibini en çok alan derslerin başında müzik, beden eğitimi ve resim dersleri geliyor. Çünkü diğer dersler öğretime yatkın olduğu için toplumca kabul görse de bu dersler eğitimi şart koştuğu için göz ardı ediliyor. Çünkü bu derslerde çocuğu eğitmek, tutum geliştirmek, ahlak kazandırmak ve süreci takip edip yönlendirebilmek olmazsa olmazlarımızdandır. Ve bu alanlar -genel kanı-  ilerde para etmeyecektir. Bu derslerin ne yazık ki kimsenin gözünde değeri yoktur. Öğrenciler en çok bu derslerde rahatsız edilir ve bu derslerden alıkonur. Bu derslerin getireceği becerilerin çocuk üzerinde yaratabileceği ruhsal ve zihinsel evrimleri kimse kafasında tasarlayamamaktadır.
Bu konuyla ilgili yazıda belirtemediğim birçok unsurun doğurduğu bir sonuç vardır. Yetiştirdiğimiz nesiller – en iyi ihtimalle- bilgi sorularını anında cevaplayan, sorgulamayı bilmeyen, neden zevk aldığını, hayatın ne olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini, nasıl mutlu olacağını bilmeyen insanlarla dolu olmaktadır, olacaktır. Hayat dediğimiz şey paradan, işten, eşten, evlilikten, evden ve arabadan biraz daha fazla sanki. Ve sanki biz de bunlarının hiçbirinin farkında değilmiş gibi davranıyoruz –ya da bilmiyoruz- . Ne dersiniz?