PENCERE KENARINDA ÖLÜMÜ BEKLEMEK…
Zordur ölümü
beklemek, bir yatağın ucuna oturup pencereyi izlerken…
Zor gelmişti yaşlılık,
yetmiyordu yaşam enerjisi günlük ihtiyaçlarını karşılamaya. Ses etmiyordu da
anlatmaya kalksa anlatamazdı şüphesiz. Göz yummuştu bu duruma. Alışmıştı belki
kabullenmişti bilinmez. Arada döverdi kendini fazla taşımayan dizlerini. İsyanı
kendine eziyetinden öte geçmezdi, yakarırdı arada da al artık canımı diye. Korkuyla
yükseklere bakardı derken. Yukarda olduğu söylenmişti yaratanının. Dilim dilimden
anlamaz kendi kendine konuşur da sen idare ediver der gibi arardı tanrısının
gözlerini. Bir gözü katarakttan tamamen kaybolmuş, bir gözü diğerine nazaran
daha iyi görmekle birlikte buğulu görüntüleri lütuf sayardı. Ölümü unutmadığı
zamanlarda hep uzaklara bakardı. Gelen de olmazdı bu saatten sonra.Ya Azrail ya
da yaratanı gelir diye düşünür, korkardı. Arada aklına kimlerin ardından ağladığını
düşünürdü de güçsüz sağ elini o zamanlarda kaldırıp önündeki anıları silkelerdi
gözleri önünden. Yaşamış en hüzünlü şarkı, yıllanamamış bir şaraptı artık.
Zordur ölümü beklemek,
hazır değilsen. Yapamamışsan yapmak istediklerini, gidememişsen yürüdüğün yolun
sonuna, sevememişsen sevdiklerini bilerek ve isteyerek. Kavgayla geçmişse ömrün,
iki yakaya da yaranamamış bir düğmeysen eğer ve kavuşturamamışsan bu iki küskün
yakayı…
Hiç sevildiğini
hissetmemişti. Sevmemişti de belki hiç. Bir oğlu vardı, kendinden bir parçaydı
ondan severdi onu da. Hiç sokağa çıkmamış, hiç merak edip araştırmamış, dış
dünyayı parmaklarının ucunda hissetmemiş olsa da yapamamak ayrı bir acı,
yılgınlık veriyordu. Dediğim gibi isyan edemezdi, korkardı tanrısından ve
dizlerini döverdi. Ne kendini gerçeğin kesifliğinden kurtaracak masalları vardı
ne de zamanını hoşa geçirecek edebiyatı. Tv programlarını dinlerdi arada,
şanslıysa da insan varsa yanında onlara dünyayı zindan ederdi, bir de ufak
tefek işleri yapmaya çalışarak mutlu olurdu. Dünyayı sorsan evinden Ankara
kadardı. Bildiği isimlerden bir sınıf dolmazdı belki cahildi de. Okuma yazmayı
bilmezdi de ama ölüm nasıl bir şeydir, Azrail nasıl beklenir bilirdi. Ölümü beklemeyi
bilmek için alim olmaya gerek yok belli ki dünya bilgini de olsa azraili
beklerken tüm insanlar cahildi.
Gün boyu pencere
önünde bekliyor, kimin yanındaysa yanında olmayanları özlüyor. Pencereden dışarıyı
izliyor sürekli – özellikle de geceleri-. Eskisi gibi boş da bakmıyor artık,
bakışları manalı. Cahil boş bakışının yerini insan içgüdüsünün doğasında yer
alan bilgiç bakışa bırakmış. Bir yandan da kendisine atılan kazıkları, hayırsız
evlatlarını, kendisine çektiren kumasını ya da beylik laflarını düşünüyor belli
ki. Kendisine verilen değer ya da ilgi konusunda bilgisi olmasa da
memnuniyetsizliği içgüdüsel fark ediyor insan. En büyük hayalini sorsan ölmemek
der.Öyle ya çıkıp gezmese de dünya malına topraktan daha meyilli insanoğlu. Bir
de Ankara’ya gitmek der tabii – Ankara’da olsa dahi-.
Yaşlanmaktan korktuğum
zamanlardayım. Acizliği de hiç sevmem, insan acizliği gelince başa çekiliyor. Bardak
da tutamasan ruhunu tutmak istiyor insan. Belki toprağın soğukluğu korkutuyor
bilinmez de hapis hayatı yaşamadığını iddia edemez kimse. Kontrol ettim, yine
uyumamış. Görünmeden yokladım gözlerimle yüzünü, yine aynı hüzün… Gece vakitlerini
pek bir seviyor artık. Hazırlıksız yakalanmak da istemiyor belli ki. Bir ölüm
vakasından ziyade yaşlılık vakası daha hüzünlü gelmiştir hep. Dünyanın gerçekle
hakikat arası araf olduğu, iki dünyaya da iki beden düşük gelinen zamanlar.
Her ölüm erken ölüm
olsa da genç ölmeyi istemeli her insan. Yaşlı ölmemeyi... En azından lanetlenip
dünyada ebedi kalacağını düşündürecek kadar olmamalı… Bir de ne istiyorsa
yapmalı, ölçülü olarak ve geç olmadan tabii… Yanlışın azabı can yaksa da fazla
sürmüyor lakin yapmadıklarının yapamadıklarının yükünü tüm yaşlılığında çekiyor
insan. –pencere kenarında- …
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder