11 Nisan 2020 Cumartesi

KORONA VİRÜSÜNÜN GÜNDELİK NORMLARA ETKİSİ


                Normal olmayan bir sürecin norm kavramını sorgulatması zaruridir. Hepimizin önümüze birden çıkıveren şu süreçte normlarımızı yeniden sorguladığımız yahut değiştirdiğimiz malum. Yavaş yavaş da normal dediğimiz birçok şeyin doğal olmadığını fark etmeye başlıyoruz.
                Bir ay önceki döneme dönmekle yıllar öncesi döneme dönmek arasında bir fark yok aslında. Ama bugünden yarına geçişin bile fark getireceği bir dönemdeyiz. Çünkü her yeni gün gündelik rutini bozacak yeni bir sürprizi doğurmaya müsait ve dünya üzerindeki bütün insanlar her türlü sürprize hazır bir pozisyonda. Öyle ki daha ne kadar şaşırabiliriz sınırlarını saptamak zor. İki ay önce kurgusal bir metin olabilecek olayları çoktan norm haline getirmeyi başardık.

                Böyle zamanlarda attığın bir adımı bile uzun uzadıya düşünmek mümkün. Çünkü her gün sabah mutsuz bir şekilde uyandığın gün ışığını henüz almamış sokakları uyumadan son bir kez dinleme fırsatı bulabiliyorsun. Ve hiçbir şekilde sabahları kulak kesilmediğin kuşların aslında gürültülü bir şekilde kulaklarını cırmaladığını fark edebiliyorsun. Bunun sabahın bu saatlerinde belirgin olmasının iki ihtimali var. İnsanlar doğayı gürültülü bir şekilde mesai saatlerinde uzaklara kovuyor ya da şehrin günlük gürültüsü doğanın seslerini bastırıyor. İki ihtimali de değil. Asıl garip olan doğal olan sesleri garipseyerek gündüz gürültüsünü normalleştirebilmek.
                Issızlığın ürpertisini fark etmeden her gün yürüdüğün yolda ya da gündüz vakti balkonunda hissedebilmek geceleri ıssız bir ormanda yürüme hissini doğadan yapay şehir merkezlerinin zift asfaltlarına taşıyabilmekte. Doğa kendinin olanı bir şekilde kendi bünyesine taşımaya başladı. Ve burada garipsediğimiz durum yine aynı. Doğa ve doğallık. Esnek saatlerin getirdiği uyku vakti keyfiyeti kendin için doğru olan yaşam zaman dilimlerini seçme lüksünü oluşturdu. Bu aslında tüm teknolojik uyarıcıların seni aynı kavram üzerinde düşünmeye ittiği zamanları es geçebilme imkanını veriyor. Öyle ki ‘’prime time’’ denilen saatlerde aynı kavram üzerine farklı düşünme zorunluluğu ortadan kalkıyor ve aşılabilirse keyif veren farklı zaman dilimleri ortaya çıkarılması mümkün oluyor.
                Üretme çılgınlığının oluşturduğu mesai mekanizmasına uzaktan bakabilme imkanı bulduk. Ve bu süreçte gittiğimiz yoldan vardığımız yere, konuştuğumuz insanlardan gündelik rutinlerimize kadar geçen hızlı günlerin aralarındaki detaylara odaklanabilme ya da dikkat etme fırsatı edindik. Öyle ki yorucu bir günümüzü beş cümleyle ifade ediyorken karşımıza çıkacak ilk fırsattaki bir günlük -normal- mesaiyi onlarca cümleyle anlatabiliriz. Bunun yanında tokalaşma, sarılma, temas, öpüşme gibi gündelik rutinlerimizin verdiği duygulara tekrar dikkat edebilecek hassasiyete sahibiz.
                Bunun yanında gerçeküstü olarak adlandırabileceğimiz birçok uygulamaya da alışmaya başladık. Büyük medeniyetlerin askerleri sokağa döküp sokağa çıkma yasağı ilan edebilmesi son derece şaşırtıcı olması gerekirken fazla da garipsemedik. Bu şüphesiz ki birçok devlet için birçok yeni uygulamayı deneyebilmesi konusunda yönetimleri cesaretlendirecektir. Daha otokratik yapıları benimseyenler olacağı gibi bazı yasakları alışılmışken devam ettirmek isteyenler de olacaktır. Farklı mesai tarzlarını daha faydalı bulup mesailerini günün farklı saatlerine yayanlar da olacaktır. Evde çalışmanın işyerinde çalışmaktan daha verimli olduğunu keşfedenler de çıkacaktır. Ekonominin getirdiği çalkantılarla yeni sistemler görmek bile şaşırtıcı olmayacaktır.
                Bir başka farkındalığımız da toplum yönetmenin aslında ne kadar zor olduğudur. Yani konu ne olursa olsun yüzde 90’ın üstünde bir mütabakata varmak aslında imkansıza çok yakın. Doğruluğundan asla şüphe etmeyeceğimiz konularda dahi ortak bir noktada birleşmemiz mümkün değil. Bir başka dikkat edilmesi gereken konu ise birbirimizi doğru, yanlış, iyi, kötü vb. konularda yaftalamada ne kadar acımasız olduğumuzdur-bu konularda çuvaldızı kendime batırıyorum-. Tüm olaylar karşısında olayın faillerini aptal, akılsız, cahil, cani, kötü, iyi gibi kavramlarla tanımlıyoruz. Bunları yaparken olayın gerçekleşmesinde pay sahibi olan sosyolojiyi göz ardı ediyoruz. Öyle ki bizler de daha iyilerin kötüsü, daha kötülerin iyisiyiz. Yani vahşi olarak nitelendirilmemiz ya da medeni görünmemiz sadece alttan ya da üstten bakacak kişilerin tanımlamalarına bağlı. Sanırım bu durumu da dikey düzlemden yatay düzleme yerleştirmemiz konusunda biraz daha istekli olmalıyız. Yani kabul etmemiz gereken asıl mevzu hepimiz ilgilerimiz doğrultusunda fikir sahibi, ilgimiz dışında kalan konularda cahiliz. Yani aslında günlerce okuma yazma bilmeyen bir fırıncının gözü kapalı yaptığı ekmeği yapabilmekle övündük. Sosyal medyada gündem yaratabilecek kudret fırıncıda olabilseydi muhtemelen yapılan ekmeklerle ve ekmeklerin kalitesizliği alay konusu olacaktı.
                Toparlamak gerekirse bir virüs eşliğinde birçok konuyu tekrar gözden geçirme ve detayları tek tek irdeleme imkanı bulduk. Değer yargılarımızı ve değerlerimizi ince ayrıntısına kadar yeniden kazandık. Önümüzde keyifle tekrar normu yakalamanın hazzını verecek birkaç hafta olacak. Ve yeniden rutinlerimize aynı kayıtsızlıkla devam edeceğiz. Bu sıra dışı olayın kazanımları arasında en önemlisi ise yıllarca temizliğin öneminden bahsedip alışkanlık kazandıramadığmız genç nesil kalıcı bir şekilde temizliğin ve kişisel alanın önemini öğrenmiş oldu. Bunun üzerine yapılacak ufak dokunuşlarla temizliğe son derece düşkün bir nesli kalıcı olarak inşa etmek son derece mümkün.
                Kaybettiklerimizi tekrar kazanma fırsatını iyi bir şekilde değerlendirebilmek dileğiyle…
               

24 Mayıs 2019 Cuma

KANUN AHLAK VE KÜLTÜR ÜZERİNE



                Haritada Edirne’den sol tarafa doğru  iki il mesafesi kadar ilerlediğinizde (Bilecik kadar bile olur) içinde bulunduğunuz coğrafyanın atmosferinin ne kadar farklı olduğunu hissetmeniz mümkün. Yaşadığınız coğrafya itibariyle belki de üzerine yıllarca düşünmeniz gereken soruların başında şu geliyor: Neden bu kadar kısa mesafede bu kadar köklü bir fark mevcut?
                Dünya haritasında sağ baş parmağınızı Edirne’nin üzerine getirip saat yönünde 270 derecelik bir yay çizdiğinizde üstünden geçmiş olduğunuz coğrafyada bir tane refah düzeyi gelişmiş olan ülke göremeyeceksiniz. Çizmiş olduğunuz coğrafya her türlü ahlaksızlığın ve acının merkezi konumunda.  Peki haritanın sağı ile solu arasındaki farkın temelinde ne yatıyor?  Bu sorunun cevabının bu kavramlarda gizli olduğuna inanıyorum.

                Üç temel kavramın önemini göz önünde bulundurduğumuzda kötü olarak tabir ettiğimiz coğrafyanın önceliğinde kültür ve ahlak gelmektedir. Bu kavramların en belirgin özelliği evrensel değerlere bağlı olmayıp yerel düzeyde olmasıdır. Yani bulunduğu coğrafyanın kültür kodlarında yazısız olarak kabul görmüştür. Bu temel hareket belirleyicilerinin denetleyicileri yine o toplumun içinde bulunan sıradan insanlardır. Bu kültür ve ahlak kavramlarının genel bir yaptırımı da söz konusu değildir. Yani yanlış(!) bir şey yaptığınızda göreceğiniz tepki ve yaptırım o anda olaya şahit olan kişi ya da topluluğun o anki psikolojik durumuna bağlıdır. Ayrıca basit bir manipülasyonla yanlışınızın üstünü güzelce örtmeniz, hatta haklı çıkmanız mümkündür. Sokak ortasında saçından sürüklenen bir kadın karşısında sokak insanlarına kadının eşi olduğunu ve ahlaksızlık yaptığını söyleyerek müdahale edilmesini engelleyebilmek gibi. Bunun yanında bu tür kuralların öncelik olduğu durumlarda halkın geneli itaat ceza düzeyindedir. Yani biri sizi görecek ya da cezalandırabilecekse itaat et, size hükmedebilecek düzeyde değilse dilediğin gibi davran. Bu tür toplumlarda bu yönelimlerin fazla olmasının sebebi ise suç unsuru hareketlerin maddi yaptırımının olmamasıdır. Para cezası, özgürlüğünden alıkoyma ve benzeri cezalar kolluk kuvvetlerine denk gelmediğiniz sürece mümkün değildir. Manevi yaptırımlar ise kınayıcı bakışlar, sözlü ya da somut uyarılar –en fazla- toplumdan dışlama şeklinde gerçekleşir.
                Ahlak ve kültür temelli kuralların temel alındığı toplumların başka bir sorunu da kabul edilen kuralların esnek bir yapısının olmasıdır. Hatta bayağı esnek bir yapı. İlk esneklik aykırı kuralın toplumu ilgilendirip ilgilendirmemesidir. Yani kuralın çiğnenmesinin önemsenmemesi için çevredeki insanların vicdanı ve huzurunu rahatsız etmemesi yeterlidir. Yine aynı şiddet olayından örnek verecek olursak eşinize evde şiddet uyguladığınızda eşiniz acıklı seslerle haykırıp çevredekilerin vicdanlarını zor durumda bırakmıyorsa bu ne yazık ki pek de ceza gerektiren bir unsur olmuyor. Aynı şekilde polisin keyfi olarak kırmızı ışıkta geçmesi, öğretmenin derse zamanında girmemesi, bakkalın malı fazla tartarak vermesi yasal süreçleri uygulayacak kişilerce görülmedikçe diğer insanlar tarafından da pek önemsenmeyecektir. Bu tarzda ahlak ve kültüre dayalı yapıların yasal denetimi sağlanmadıkça geçerliliğini koruması bu tür durumları kötü niyetli kullanacak kişilerin inisiyatifine bağlıdır. Bu kuralların uygulanması ve belirlenmesinde duygular ön plandadır. Ayrıca kuralların belirlenmesi ve uygulanması konusunda tutarlılık, adalet ve mantık söz konusu değildir. Ufak bir çocuğun uzvunu misafirlere göstermesi güldürü unsuru iken kız çocuğunun karşı cinsten biriyle gezmesi son derece rahatsız edici olabilir. Her türlü kötülüğün uygulanmasının temel iştah noktası mağdur olacak kişi ya da canlıların sesini ne kadar duyurabileceğiyle alakalıdır. Çocuğun hakkını arayıp işlem yapabilecek kişilere derse girme konusunda şikayet edebilmesi, polisin kırmızı ışıkta geçişini halkın şikayet edebilmesi, hayvanın tecavüze karşı kendini ifade edebilmesi ya da edememesi bu eylemlerin gerçekleştirilmesiyle doğrudan alakalıdır.
                Peki neden kanun karşısında ahlak ve kültürün hükmünün kalmaması toplum açısından önemlidir? Şu örneklerle açıklayabiliriz. Hiçbir olaya şaşırmadığımız günümüzde resmi kıyafetiyle gasp edilen bir polis memuru haberine şahit olmamışızdır. Gençler birbirlerini bıçaklamak ya da uyuşturucu kullanmak için karakol önlerini tercih etmezler. Ya da kanunun kesin uygulanacağına emin olduğunuz herhangi bir yerde kesinlikle kural dışına çıkmazsınız(Üniversitede kopya çeken insan sayısıyla kpss’deki  -kişisel- kopya vakalarının sayısını karşılaştırabilirsiniz). Çünkü kanunlar evrensel kabullere yakın bir çizgide devam eder çoğu zaman. Ve bu kuralların uygulanması esnasında ceza görecek kişilerin isimleri önemsizdir –önemsiz olmalıdır-. Ve polis örneğinde de tahmin edeceğiniz üzere kurallara uymama konusunda uygulanacak ceza maddidir. En iyi ihtimalle cebindeki parayı alacak, daha ileri boyutta ise özgürlüğünüze –siz düzelene kadar- el koyacaklardır. Bu çoğu zaman kural çizgisini aşacak kişiler için caydırıcı olmaktadır.
Batı düzeninin doğu düzeninden kat be kat iyi olmasının temelinde de bu yasal kuralların uygulamasının ve takibinin iyi yapılması yatmaktadır. Kurallar belirli, katı, caydırıcı, açık, uygulanabilir ve herkes içindir. Kişi ya da kurumlar için hiçbir inisiyatif söz konusu değildir.
                Doğu toplumu olarak bu durumun açıklığını ve mantığını kavramamız mümkün değildir. Doğu toplumu eylemlerini duygusallık üzerine inşa etmiştir. Doğru ve yanlışların tespitinden önce doğru ve yanlışları uygulayan kişinin kimliği önem arz etmektedir. Hiçbir doğu toplumu babam olsa da cezasını çeksin diyemez. Bir suç işlemiş kardeşini –hatta arkadaşını- adalete teslim edemez. Yahut haksızlığa karşı belirli ölçüdeki insanları karşısına alamaz. Çünkü kültür ahlak kodu üzerinde baskın gelmiştir ve bu durumda kanunun herhangi bir hükmü yoktur.
                Kanunlar ve kanunların uygulanması yeterli midir? Temele baktığımızda evrensel değerlere yakın olsa da aslında kanunlar da yeterli değildir. Bir insanı öldürmenin, varlığına ve yaşam koşullarına zarar getirmenin hiçbir izahının mümkün olmaması  durumunda kanunların da yeterli olduğundan söz etmek mümkün olacaktır.
                Peki bu düşünceler ve bakış açısını edindik ne işimize yarayacak? Çocuklarınızı eğitirken ahlak kurallarını ve kültür kodlarını doğal olarak zihin yapılarına işleyeceğiz. Bu kodların en üstüne her zaman kanunları ve evrensel değerleri kodlamamız büyük önem taşımaktadır. Bu kodlar onun kötü bir insan olmasını büyük ölçüde engelleyecektir. Ve bu zihinlerin kültürel-ahlaki kodların kanunlar karşısında uygunluğunu eleştirebilmesi konusunda cesaretlendirilmesi güzel bir dünyanın açılması mümkün olmayan kapısının yerinin saptanması konusunda kolaylık sağlayacaktır. En önemlisi faydacı bir yaklaşımla iyi insan olma eğilimindeki insanlar zamanla yok olacak, iyi bir insan olduğu için hak ettiğini kazanacak toplumun kapıları aralanacaktır.

15 Şubat 2019 Cuma

NEDEN EĞİTEMİYORUZ-2 ÖĞRETMEN SORUNU


               Eğitim sistemimizin bir türlü oturtulamamasının sebeplerinin bir diğer ayağı –aslında en önemli ayağı- öğretmenlerimizden bahsetmek istiyorum. Öğretmen psikolojisini ve geçmiş yaşantısını genel hatlarıyla incelemek durumu saptamak ve üzerine tartışmak adına mantıklı bir adım olacaktır.
                Günümüze kadar kafamda canlanmış olan öğretmen profilini kabaca ikiye ayırmak istiyorum. İşine memuriyet gözüyle bakan ve kuralları icra etmek dışında vicdanen bir yükümlülük hissetmeyen öğretmen, işinin hakkını vermeye çalışıp sistem içinde eriyip gitmeye mahkum olan öğretmen. Aslına bakarsanız iki öğretmen tipi de farklı yollardan aynı sonuca ulaşmakta, bilgi aktarıcı –google-  rolünde sabit bir yaşam tarzıyla 40 dakikalık periyotlarla emekliliğe sürüklenmektedir. Yani sonuç olarak –şu an için- eğitim adına hiçbir işe yaramayan bilgi yığınlarından ibaretiz.
                Bu sorunun temellerine kafa yorduğumda ilk aşamada karşıma çıkan sorun eğitimsizliğin kendisi çıkıyor. Şöyle ki öğretim hayatımızın hiçbir döneminde eğitimle karşılaşamıyoruz, karşılaşmadık. Aslında eğitim diye adlandırdığımız şeyin çok büyük bir kısmı öğretim. Yani bir çocuk anasınıfından itibaren yoğun bir öğretim sürecinden geçiyor, belirli alanlarda öğretimine derinlik katıyor ve o alanda uzmanlaşıp o uzmanlığını icra ediyor. Aynı şekilde öğretmenlerimiz de bu öğretim sürecinin başından sonuna kadar eğitimden yoksun yetişiyor, eğitimin ne olduğuna dair teorik birkaç söylemden fazlasını ortaya koyamıyor. Aslında üniversite yıllarında dahil olduğu fakülte de bir öğretim fakültesi. Kısacası kavram kargaşası yaşıyoruz. Eğitim adına öğretim yapıyor, öğretim satıyoruz. Bunu tespit etmesi zor değil.

Öğretmen toplantılarının genelinde ulaşılmak istenen hedef derslerde bilgilerin en etkin şekilde çocuklara nasıl aşılanacağıdır. Buna verilen önemin haklılığını şu an için hiçbir öğretmen inkar edemez. Hatta genel ahlak, davranışlar ve tutum geliştirme adına çok çok az konuşulur. Çünkü konu açıldığında öğretim boyutu çoktan konuşulmuştur ve toplantının bitme vakti öğretmenlerce çoktan gelmiştir. Veli görüşmelerini ele alalım mesela. Açıkçası pek hoşlanmıyorum bu görüşmelerden. Çünkü genel anlamda çocuğun derslerde bilgi düzeyinin nasıl olduğuna dair meraklar giderilmeye çalışılır. Veli gözünde de öğretmen gözünde de önemli olan budur. Çoğu zaman dersine girdiğim öğrencilerin kitap okuması ve kendini ifade edebilmesinin yeterli olduğunu dile getiriyorum. Bu açıklamayı yaparken yaşadığım tedirginliği ömür boyu yanımda taşımam gerektiğinin farkındayım. Çünkü açık açık okul ortamının bütün paydaşlarının hemfikir olduğu en büyük ortak nokta bilgi düzeyi. Bu aşamada hiç kimseyi çocuktaki davranış ve yönelim üzerine konuşup kitap okumanın yeterli olacağıyla ikna etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bu konuşma çocuğun bilgi düzeyiyle ilgili bilgi vermeyecektir.
Öğretmenler olarak almamış –alamamış- olduğumuz eğitim eksikliği işimizle ilgili tüm alanlarda kendisini belli etmektedir. Dürüst olmakta fayda var ders, teneffüs ve diğer zamanlarda aklımızdaki tek soru işareti bilgiyi öğrenciye aşılamakla ilgili. Başarıyla ilgili temel kıstaslarımız da aynı. Çünkü eğitimin bu olduğuna yürekten inanıyoruz. Bizden bunun istendiğini de düşünüyoruz basit benzer kalıplarla. Arka sırada sıkılan, teneffüste kavga eden, derste pencereden dışarıya bakan çocukla ilgili bir özelliğini değiştirme imkanımız olsa uslu durup çalışkan olmasını dileriz herhalde. Çalışkan kelimesinin karşılığı da bilgi düzeyiyle orantılı tabii ki. Öğretmenle ilgili sorunların başında bu gelmektedir.
Öğretmenlik sabır, özveri, olgunluk, anlayış … gibi birçok özellik gerektiren bir meslek. Ne yazık ki özellikle günümüz öğretmenlerinin bu özelliklerin çoğundan yoksun olduğunu söylemek zorundayım. Zor bir meslek kabul etmek gerekir. Zihinsel olarak hayatının tümünden fedakarlık etmek gerekir. Daha bilişsel ve duyuşsal olarak sürekli ilerlemeyi gerektiren bir meslek. Değişime ve gelişime muhtaç bir alan. Süreç içinde en katı kalıpları bile kafanda eritip güncellemen gerekir. En büyük sorunlarımızdan biri de bu. Öğretmen kişi artık kendini geliştirme ve değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. Bu değişim ve gelişimin zihninde vicdani bir karşılığı yok ne yazık ki. En basit örneğini şu şekilde verebilirim. Günümüzde eğitim adına köklü bir değişime gidilmeye çalışılıyor. Büyük oranda bu değişime öğretmenin ayak uydurma gibi bir hevesi yok. Görüş talepleri kopyala yapıştırla gideriliyor. Değişim ilkeleri çoğu öğretmen tarafından incelenmedi bile. Yani öğretmenler memnun olmadıkları sistemin devamlılığında bir şekilde ısrarcı. Uzayan toplantılardan, uzayan eğitimsel! Aktivitelerden memnuniyetsiz ve bunu dile getirmekten de çekinmiyor.
Öğretmen çocukla sohbet etmiyor. Doğa üzerine konuşmuyor. Onunla oyun oynamıyor. Sohbet konularında müfredatın dışına çıkmıyor. Hayallerine ortak olmuyor. Farklı konulardaki hayal gücüne ve heyecanına ortak olmuyor. Tabiri caizse çocukla çocuk olmuyor. Onun kaygı, sıkıntı ve sorunlarıyla tam anlamıyla ilgilenmiyor – üstüne mont, sırtına çanta, evine makarna aldım kısımlarını kastetmiyorum-. Tabii ki öğretmenlerin de insan olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum. Öğretmenin bu noktalara yönelimi konusundaki isteksizliğinden yakınıyorum. Aslında bu noktalara eğilimdeki eksikliğin bir sonucudur okuldan zihnen uçup giden öğrencilerin varlığı.
Okul şartlarını bahane ediyoruz. Okul şartlarının zorluğunun tek haklı noktası okul idaresi ne yazık ki. Bu aşamada idarecilerin çıkardığı zorluk ve katı çerçeveleri en kabul edilebilir bahaneler arasında görüyorum. Bunun dışında mekansal yetersizlik ve sorunların zorluk derecesini artırsa da eğitimi büyük oranda etkilemeyeceğini düşünüyorum. Öyle ki çocuk her şartta oyun oynamanın ve çocukluğunu yerine getirmenin gereklerini kolaylıkla –zevkle- yerine getirebiliyor. Zorlu şartlar da olsa çocukların zihinsel idmanına rehberlik etmek, doğayı , çevreyi, dünyayı, yaşamı tanımada yol gösterici olmak, hayal gücüne ufak ufak yollar açmak son derece mümkün. Ama ne yazık ki bu saydığım maddelerin birkaç tanesine biz de yabancıyız. Yaşam ile ilgili çerçevemiz ne yazık ki son derece dar.
Saydığım ve saymakla bitiremeyeceğim bu tür sorunlardan nasibini en çok alan derslerin başında müzik, beden eğitimi ve resim dersleri geliyor. Çünkü diğer dersler öğretime yatkın olduğu için toplumca kabul görse de bu dersler eğitimi şart koştuğu için göz ardı ediliyor. Çünkü bu derslerde çocuğu eğitmek, tutum geliştirmek, ahlak kazandırmak ve süreci takip edip yönlendirebilmek olmazsa olmazlarımızdandır. Ve bu alanlar -genel kanı-  ilerde para etmeyecektir. Bu derslerin ne yazık ki kimsenin gözünde değeri yoktur. Öğrenciler en çok bu derslerde rahatsız edilir ve bu derslerden alıkonur. Bu derslerin getireceği becerilerin çocuk üzerinde yaratabileceği ruhsal ve zihinsel evrimleri kimse kafasında tasarlayamamaktadır.
Bu konuyla ilgili yazıda belirtemediğim birçok unsurun doğurduğu bir sonuç vardır. Yetiştirdiğimiz nesiller – en iyi ihtimalle- bilgi sorularını anında cevaplayan, sorgulamayı bilmeyen, neden zevk aldığını, hayatın ne olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini, nasıl mutlu olacağını bilmeyen insanlarla dolu olmaktadır, olacaktır. Hayat dediğimiz şey paradan, işten, eşten, evlilikten, evden ve arabadan biraz daha fazla sanki. Ve sanki biz de bunlarının hiçbirinin farkında değilmiş gibi davranıyoruz –ya da bilmiyoruz- . Ne dersiniz?    

27 Ekim 2018 Cumartesi

NEDEN EĞİTEMİYORUZ-1 MEKANSAL SORUNLAR

     Sanılanın aksine eğitim dediğimiz mevzu devletlerin pek de umursamadığı bir mevzu değil. En azından bildiğinizin aksine devletimiz bu konuda cimri davranmıyor. İşin içine biraz olsun girdiğinizde sistemin belirli bir düzene sokulması adına ne kadar ciddi yatırımlar yapıldığını göreceksiniz. Ya da bu yazı dizisini takip edip sonlandırdığınızda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.
   Eğitim üstüne ne kadar kafa yorulsa da işin içinden bir türlü çıkamadığımız bir konu. Sadece ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde hala tam anlamıyla oldu denilebilecek bir eğitim sistemi mevcut değil. Eğitimi birey olarak ele aldığınızda devletin bireyin okul dediğimiz kurumdan çıkışını önemsemediğini düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız büyük bir yanlış içindesiniz. Her devlette olduğu gibi devletimizde de eğitimde her bir birey değerlidir. Yani en önde oturup tüm soruları doğru cevaplayan Ayşe devlet açısından ne kadar değerli ise arka sırada diğer öğrencilere kan kusturan Ahmet de bir o kadar değerlidir. Bu değerin temel kaynağını sanılanın aksine bireyin refahı düşünmek de oluşturmuyor. Bu işin tekniği basittir. Tüm dünyada okullar iktidar sistemlerinin temelinin oturtulduğu yerdir. Okullarda ilk olarak çocuklara toplum düzeni öğretilir ve bu öğretide her bir bireyi sistemin içine dahil etmek vardır. Bu aşamada ön sıradaki Ayşe'nin bir mühendis, doktor vb. mesleklerle topluma hizmet etmesi beklenirken arka sıradaki Ahmet'in de toplumun başına bela olmaması kendi yeteneğine uygun bir şekilde üretici olması hedeflenir. Yani bu kurum Ayşe için gaz pedalı görevi görürken Ahmet için bir fren ve raya oturtma sistemidir. Toplum kurallarının ve yönetim sisteminin işlenmesinin ardından çocuklar ince bir elekten geçirilmeye başlar. Zeka, bilgi ve sebat düzeylerine göre farklılıklarını gösteren bu çocuklar ilgi ve ihtiyaçlarına göre meslek gruplarına yönlendirilir. Ön sıradaki  Ayşe devlet ihtiyacına göre öncelikli meslek grupları arasına yönlendirilirken arkadaki Ahmet daha çok beden kuvvetinin kullanıldığı tercih edilmeyen meslek gruplarına yönlendirilir. Çünkü toplumun en alttan en üste kadar bütün meslek gruplarına ihtiyacı vardır. Hepsindeki ortak öğreti ise doğal olarak devleti, milleti ve sistemine sadık bireyler olması ve hiçbir şekilde sorun çıkarmama konusunda iyice işlenmiş olması.  Bu bütün devlet sistemlerinde hemen hemen ortaktır ve buraya kadar hiçbir sıkıntı yok. 

          Sıkıntı olan kısım nerede başlıyor? Yazı dizimin ilk kısmını oluşturan ilk sıkıntımız şu ki sisteme dahil olması gereken çocuklar bedenen ve zihnen okula gelmek istemiyor. Yani çeşitli zorunluluklarla okula bedenini getirebildiğimiz çocuklar zihnen okula gelmeyi kati suretle reddediyor. İlk yanlışımız da burada başlıyor zaten. Çocuk dediğimiz varlık insanın bozulmamış özüdür. Her birimiz sistem içinde eriyip bir şekilde istemediğimiz bir şeyi para gibi çeşitli enstrümanlarla mükemmel bir şekilde yerine getirebiliyoruz fakat çocuklar doğası bozulmamış her bir canlı gibi istemediği şeyi yapmama konusunda çok çok daha dirençliler. Bu düşünceden yola çıkarak haksızlık payını en son verebileceğimiz canlılar yine çocuklar. Yani baktığımızda ortadaki yanlışımız şu: Çocuk için okulları cazip mekanlar haline getiremedik. Getirseydik zihnen ve bedenen gelirler miydi? Gelirlerdi. Düşünün ki bu mekanlar park ya da bir oyun salonu gibi yerler olsaydı çocuk ağla ağlaya tepine tepine her türlü yolu kullanarak bir şekilde ailesini ikna edip okula gelecekti. Ama gelemedi. Neden gelemedi çünkü okulların teknik yapıları sevilmeye müsait değil. Bunun en büyük sağlamasını öğretmenlerde görebilirsiniz. Onların büyük bir kısmı da okula gitmek istemiyor. Binadan içeri girdiğiniz andan itibaren sizi soğuk ve itici bir atmosfer karşılıyor. Taştan ve kısmen karanlık koridorlar, renksiz ve soluk duvarlar ve daha da içeri girdiğinizde hijyenik olmayan tuvaletler, siyah bacaklı üstü kirli sıralar ve tahtalar. Rahat bırakılıp serbest bir şekilde istediğiniz bir şeyle uğraşsanız bile kendi isteğinizle orada uzun bir müddet kalmanız mümkün değil. Yıllar yılı dik oturmayı sevmeyen biri olarak neden dik oturur bir şekilde dinlemek, yazmak ve okumak zorundayım hala anlamış değilim. Ya da çocuk neden halı üstünde bir şey öğrenemesin? Neden rahat bir minderde uzanırken öğretmeni dinleyemesin? Ya da istediği yöne uzanıp da yazmaya başladığında bu bizim için bir sorun mudur? Toplum kurallarının ilk öğrenildiği yerler olan oyunlar neden derslerin temel konusu olmasın? Sınıflarda katı bir düzen ve sert bir uygulama yönergemiz var. Ama çocuklar bu sert düzene uıygun değil. Bir çocuk gayriihtiyari ayağa kalktığında dahi tahammül edemiyoruz. Yastık niyetine çantasını kullandığında yadırgıyoruz. Ya da yanındakine rahatsızlık verdiğinde bunun sebebi olarak o çocuğu görüyoruz. Halbuki çocuk kendi rahatsızlığını başkasına yansıtıyor. Sınıf ortamının belirttiğim tüm rahatsızlıklarına rağmen çocukların düzeyine uygun birer çizgifilm açalım. Tüm çocukların gözünü ayırmadan saatlerce izlediğini göreceksiniz. Yani teknik olarak çocuğun bu konuda da henüz bir suçu yok.
        Bu aşamada yazının ilk bölümünde sizlerin kendinize şu soruyu tekrar tekrar sormanızı istiyorum. Hiçbir çocuk bir parka zorla getirilmiyorken neden okula sürüklene sürüklene geliyor? İkinci yazıda görüşmek üzere.

25 Haziran 2018 Pazartesi

EVREN MANZARALI BALKONUMDAN SESLENİYORUM



                Aslında yazılarımda daha spesifik, ilgi ve itina gerektiren konulara değinmek niyetindeydim. Tabii yazma isteğimin sönmediği vakitlerde böyle bir düşüncem vardı. Ya da şöyle başlayalım. Blog sayfalarının Türkiye’de meşhur olma potansiyelinin olduğu dönemlerde ‘’konsept’’ bir blog sayfasıyla tıklanmaları takip edecek, ünlü blogger’ların yanında ufaktan yolunu bulan bir blogger olacaktım. Ama olmadı. Yani planlarımı tutturamadım. Zaten blog dediğimiz şeyde de çok yazı vardı, o da tutmadı ülkede. Biz bu mevzuyu uzun uzun düşünürken youtube fırtınası patlak verdi. Biz ne olduğunu idrak edene kadar Tostçu Erol çoktan dükkanı önünde hayran kuyrukları edinmişti. Ona da bulaşmadık haliyle.
                Bu yazımda boş konuşma zevzekliğini yaparak biraz da daldan dala ilerleyeceğim. Neyse konumuza dönecek olursak mükemmel bir boş vermişlik içindeyim. Sakin ve ruhsuz bir şekilde insanları seyrediyorum. İnsanlardaki yaşama tutunma hırsı şaşırtıcı geliyor. Hayatta kalma güdüsünden bahsetmiyorum. Bildiğiniz on parmakla yaşamın büyükçe bir kenarından sağlam bir parça koparma derdindeler. Ve bunu ellerinin ulaşabileceği bütün dallarda gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Haklılar mı? Kendileri bilir ben karışmıyorum. Ortak dert öncelik olarak tahmin edebileceğiniz gibi para. Ama çok para. Aslında asıl mesele bu da değil konuya giriş yapmak niyetindeyim. Kendinizi ya da yakınınızdakini yoklayın hemen. Sihirli değnek elinize verilse kendinizi hunharca eve arabaya ve paraya boğacaksınız. Tabii ben de bu gruba dahilim. Ve yetmeyecek bir türlü. Hep daha fazlası için hırpalanacaksınız. Bu savaşın içinde mutluluğu da esas almayacaksınız. Peki neden?

                Aslında sorum biraz garip farkındayım. Yani hemen her kilidin anahtarı olan bir nesneyi elde etme çabası kendi başına güzel bir gerekçe. Ama aşağıda görmüş olduğunuz pencereyi bir kez de ben açmak istiyorum. Aslında o kadar özel, minnoş, olmazsa olmaz, fevkalade değerli canlılar değiliz. Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Programı'nın yeni araştırmasına göre dünya 8 milyon 700 bin canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Bakınız canlı türü diyorum. Her bir türün bir bireyini esas alıyoruz. Canlı olarak kaç varlığız sanırım sayısal bir verisi yoktur. Merceği biraz yakınlaştırıyorum şu an dünya üzerinde 7,6 milyar insan var. Küsüratın içinde saymadıklarımız lütfen alınmasınlar kendimi de sayılmayan gruba dahil ediyorum. 7,6 milyar! Yani şu sayıya göre 7,6 Milyar insanın umrunda da değiliz. Çünkü genişçe bir çevremiz olsa da bu grup da küsüratlarda eriyor. Muhtemelen 8 Milyon 700 bin canlı türünün de umrunda değiliz. 8 Milyon 700 Bin canlı türünü de umursamıyoruz aynı şekilde. Yolda bastığımız bir karıncanın farkına bile varmıyoruz. Aynı şekilde üstüne basıldığı zamana kadar üstüne bastığımız karıncanın da ölen insanları umursadığını sanmıyorum. Hele hele evren üzerinde bir kum tanesi olan dünyamızda yaşanan bu küçük vakaların evren ahalisi tarafından da fark edilmediğine eminim. Demek istediğimi sözlü olarak farkında olmadan üstüne bastığım karınca üzerinden aktarayım. Yaşadığımız evren üzerinde ölüm, doğum, evlilik, kariyer vb. çabalarının hiçbirinin aslında o kadar ehemmiyeti yok. O kadar kafa yorduğumuz meseleler o kadar da büyük değil. Bir insanın ölümü de büyük yankı yaratmıyor kainatta. Ya da zor durumda kaldığımızda aslında kimsenin umrunda değil.






Peki nerde başlıyor bu yanlış algı? İnsan içinde yaşadığı evreni reddediyor. Yani çoğu zaman ekosistemin içinde zavallı zararlı bir parazit olduğunu inkar ediyor. Diğer canlılardan ayırıyor kendini. Diğer canlıları hor görmek pahasına yapıyor bunu. Yaradılış itibariyle dünyanın en savunmasız canlı türlerinden biri olduğunu göz ardı ediyor. Kullanmasa da bir beyni olduğuyla övünüyor. Halbuki içgüdü akıldan muazzam derece üstün kazanım. Bu son cümlenin bilimsel bir temeli yok. Tamamen şahsi düşüncem. Peki insanın bu yaşam çemberini inkarı insana ne kazandırıyor ne kaybettiriyor?

İnsan bu inkarla yaşama ve kazanma hırsı ediniyor. Yani mülk ve itibar kazanımına odaklanıyor. Şu an görebildiğim tek kazanım(!). Peki ne kaybediyor? Doğallığını evvela. Yani doğanın bir parçası olduğu gerçeğini kabul edemiyor. Dünyada bir sonunun olduğunu, bu sonun da olağanlığını; her tür his, duygu, düşünce, korku gibi duyguların sıradanlığını, diğer canlılardaki yaşamla kendilerininkinin arasında pek bir fark olmadığı gerçeğini kabul edemiyor. Aynı kategoriye koyamıyor kendini. Evren içinde rutin bir canlı olduğunu kabul etseydi insan, bir çiçekle yaşamsal olarak bir tutsaydı kendini mesela, ne pahasına olursa olsun koparabilir miydi onu? Sanmıyorum. Evren büyük dostlarım. Evren çok büyük. Hatta çoooook büyük. Bizler de onun üstünde o kadar gereksiz ve ufak bir ayrıntıyız ki. O yüzden boşverin büyük meseleleri, mutlu eden küçük meseleler olsun ilgi alanlarımız. Bu gereksiz uzun yazıda buraya kadar sabırla gelebildiğiniz için gözlerinizden öpüyor, ufak da bir şarkı ikram etmek istiyorum. Neşet Ertaş- Yolcu. Evrenin büyüklüğünü günde bir kez tahayyül etmeye çalışmayı unutmayın. Gününüz güzel, ömrünüz mutlu olsun.


  

27 Mart 2017 Pazartesi

KÜLTÜR MUTASYONU


                Herkesin diline pelesenk olmuş bir kavram ‘’kültür yozlaşması’’. Peki bu süreç nasıl işliyor? Nasıl işliyordu? Aslında herkesçe kısmen bilinen yahut hissedilen bir çizginin dışına çıkmadan hatırlatmalarda bulunacağım.
                Kültür kavramı toplulukların yaşam standartlarının ve alışkanlıklarının bir bütünü olarak karşımıza çıkıyor. Yani şu şekilde, ya da düzeltmek gerekirse şu şekilde idi. İnsanlar topluluk halinde yaşıyor; hayatlarını kolaylaştıracak bilgileri, becerileri, gelenekleri görenekleri ediniyor ve bu birikimleri bir sonraki nesle aktarmakla mükellef oluyorlardı. Toplumun dokusunu inceleyerek belirli yargılara ulaşmak son derece mümkündü. Bölgesel göçlerde dahi farklı bir yapıya ulaştığını hissetmek mümkündü. Bunun yanında ülkeler arası kültür farkı ve bunların insan doğasına yansıması konusunda da büyük farklılıklar mevcuttu. Doğa ve fiziki şartlar insanların yaşamlarına doğrudan etki ediyor, insanların yaşam tarzları ve standartları bu farklılıklar etkisinde şekilleniyor, farklı bir vücuda bürünüyordu.
                Peki aynı coğrafyada yaşayan insanların nesilden nesle farklılıkları nereden geliyor? Yani bir üst nesle baktığımızda daima farklılıkları büyük oranda hissetmek mümkündür. Üst nesil alt nesli bozulmakla, alt nesil üst nesli geride kalmakla suçlar. Bu noktada üst neslin kaygıları, alt neslin de fikirleri mantıklı olandır. Yani üst neslin tarih boyunca edinilmiş olan birikimleri bir sonraki nesle aktaramamış olma düşüncesi, kaygısı, telaşı yerindedir. Çünkü ardından gelen ‘’zibidi’’ olarak tabir edilen neslin bunca yıllık birikimi tek celsede yerle yeksan edecek hareketlerini sezmek, belirli konularda yenilik çabalarına karşı kaygı duymak gayet normaldir. Bunun yanında yeni nesil çift yönlüdür. Yani ayakkabılarını çıkarıp eve girdiğinde bir üst neslin himayesindeyken okula ulaşıp derse girdiğinde, arkadaşlarıyla oyun oynadığında kendi neslinin duvarlarını ilmek ilmek örmektedir. Çocuk beslenme çantasına, ceplerine, kafasına, üstüne başına gelenek göreneklerini koyup okula getirmekte, okulda öğretmenleriyle, arkadaşlarıyla bunu yeni yapı taşlarıyla yeniden üretmekte ve ürettiklerini eve götürmektedir. Yani sabah evden çıkan Ahmet’le eve giren Ahmet asla gün be gün birbirini tutmamaktadır. Bu korkulacak bir şey de değildir. Ahmet yıllar boyu kültürü üzerinde taşımakta ve yıllar süren emekle bir önceki neslin kültürünün güncellemesini yapmaktadır. Her çağda olduğu, olması gerektiği gibi… Buraya kadar her şey normal. Peki sıkıntı nerede başlıyor?
                Yakın zamana kadar kültürün gelişimini belirli boyutlarda açıklamak mümkündü. Yani kültür belirli bir sistem içinde gelişim gösteriyordu. Topluluklar arasında dikey bir kültürel kırılma mevcuttu. Nesilden nesle bir kırılma. Sonradan gelen nesil bir önceki neslin alışkanlıklarını büyük ölçüde alıyor, gereksiz yahut geride kalmış kısımları ortak bir mutabakatla tarihin derinliklerine gömüyor, gerekli gördüğü kısımları düzeltiyor yahut eklemeler yapıyordu. Bu şekilde kültürel bir bozulma olarak kaygı duyulan süreç sağlıklı bir gelişim, kültürel büyüme halini alıyordu. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur. Kültürel kırılmanın boyutları.
                Yakın zamanı yine göz önünde bulundurmayarak şunu söylememiz mümkündür. Evet kültürler gün be gün değişiyor. Hatta zamanın bazı evrelerinde büyük kırılmalar da yaşanıyordu. Fakat tarihin bu büyük döneminin tamamında dikey bir kırılma mevcuttu. Yatay bir kırılmadan söz etmek mümkün değildi. Alt ve üst nesille çatışma halinde olan nesil hiçbir zaman kendi içinde kırılmalar yaşamamış, kendi içinde farklılaşmamış, anlaşmazlığa düşmemişti. Daima kendi içinde bir mütabakata varmıştı. Taa ki sanayi devrimiyle başlayan, dünya savaşlarıyla ivme kazanan doksanlı yıllarla kıvama erişen, internet çağıyla zıvanadan çıkan döneme kadar. Sanayi devrimiyle varlık sahibi olmayı öğrendi insanoğlu. Dünya savaşlarıyla bireyciliği, doksanlı yıllarla farklılaşmayı, internet çağıyla da yalnız kalmayı öğrendi. Tarih çağlarında binlerce yılda sağlıklı bir şekilde anca edinilecek tecrübeyi bir nesilde öğrenmeye kalktık. Teknoloji insanlığın peşinden koşarken bir anda insanlık teknolojinin peşinden koşmaya başladı. Bu acele yetişme çabası tarihin alışık olduğu şekilde toplumsal olarak da olmadı bu sefer. İnsanlar tek tek yetişmeye çalıştı, mütabakata varamadan, aklıselim gidişatı yorumlayamadan. Yoğrulmuş bilgilerin yerini safsatalar aldı. İnsanlık dört bir yandan bilgi bombardımanına maruz kaldı. Tarihsel bir aydından daha çok bilgi sahibi oldu insanlar; doğruluğu, birbiriyle ilişkisi ve yararı olmayan, o kadar da kesin olmayan bilgiler. Sanal gettolarda büyütüldü beyinler tek tek. Topyekün gelişim ve ilerlemenin yerini dağınık bir var olma çabası aldı. Fikir akımları bir bombanın şarapnelleri gibi dağıldı dört bir yana, paramparça oldu. İnsanlar bu parçaların birkaçını birleştirerek suni bir hayat felsefesi edindi. Bu felsefeyi dahi yaşayacak zamanı olmadı sonra. Ait olmak istedi insanoğlu, bir yerlere, küçük gruplara sığındı. İnsan da fazlaydı artık, aidiyetini devam ettirmesi için koşulsuz kabul etmesi gerekiyordu gruba dair ne varsa. Öyle de oldu. Düşünmeye zamanı da yoktu zaten insanoğlunun. Öyle de yaptı. Böylece topluluklar da birlikte yaşamak dışında ne varsa terk ettiler yahut hiç dahil olamadılar. Sonra özlediler. Geçmişi özlediler. Nostalji adına özledikleri ne varsa son görebildikleri ‘’kültür sandıkları’’ kültür kırıntılarıydı belki.
                Gelecek nesil adına kaygılanılması gereken bir dönemdeyiz. Çünkü tarih artık toplulukların önlem alabileceği bir düzende evrilmiyor. Ya da alışkanlıkları ölçüsünde hareket etmiyor. Eskisi kadar yavaş da değil. Kendini koruyacak kudreti de yok zaten. Topluluklar o kadar da toplu değil hem. Küçük küçük kırıntı halinde yaşamaya başladı insanlar. Bunun temelinde nesiller arasındaki (teknoloji ve tarihsel sürece bağlı) yatay kırılmaların olduğu aşikardır.

                Tarihsel gelişimde kültür şekillenmesini asla tamamlanmayan sürekli yükselen bina gibi düşünün. Binanın her bir katı bir nesli temsil eder. Yirmi kat çıkılmış bir bina inşaatı düşünün. Yirmi birinci katında tuğlaları bir üst kata gidecek şekilde dizmeye başlamadığınızı düşünün. Ya da aşağı katla uyumlu olmayan bir şekilde yanlara açılacak şekilde dizildiğini…Yirmi kat çıkılmış bina artık yanlara doğru düzensiz bir ilerleme sağlıyor. Bu binanın geleceği açıktır. Yirmi birinci kat zayıf olursa kendi içinde yıkılacak, ağır gelirse tüm binayı yıkacak. Mehteran adımları iki adım ileri gitmiş insanlık artık üçüncü adımını atacaktır. Geriye doğru!   

26 Aralık 2016 Pazartesi

Modern Dünya Köleleri

                21. yüzyılda sıklıkla yakınılıp bir türlü kapatılamayan yaraya klişe bir neşter de kendi elimle vurmakta bir beis görmüyorum. Zira teknoloji göğsünde kocaman bir ‘’Freedom’’ dövmesiyle her bir bireyi tek tek kucaklamakta, zorba bir sevgili misali sevgi sözcüklerini tatlı dille mırıldana mırıldana nefes almaz hale gelene kadar sarmalamaktadır.
                Henüz tarihin kendini sıfırlama ihtiyacı hissetmediği milat öncesi dönemlerde kusursuz fiziği ve savaşçı kişilikleriyle hizmet ettiği tebaanın rüyalarını süsleyen bir grup insan vardı. Halk her bir görüş gününü sabırsızlıkla bekler; içindeki kazanma güdüsünü, şiddeti, kan arzusunu ve stresi bu adamlar aracılığıyla atarlardı. O dönem insanının kafasındaki tanrı figürünün insan vücuduna yansımasıydı her biri. Güç ve kusursuzluğu simgeler, arzulanan vücut yapısının ulaştığı son tahayyül noktası olurlardı. ‘’Gladyatörler’’. Kaderin cilvesidir ki –aslında kaderin cilvesi olmadığını biliyoruz- bu insan azmanları sıska yahut şişman zenginlerinin birer kölesidir. Mülk temelli insan tabiatının birer kölesi olan bu yaratıklar sahiplerinin hükmettiği tebaayı oyunlarıyla zaptetmekle mükelleftir. Öyle ki ekonomik ve siyasal bunalım içinde duygusal olarak aşırı yüklenmiş halk bu azmanların birbirini katlettiği şovlarla ‘’katharsis’’ olacak, gündelik bunalımlarını arenadaki kanla harmanlayıp sahada bırakacak, arınmış bir şekilde huzurla evlerine dönecektir.
                Demek istediğim yüzyıllardır toplumları dize getirmek için çokça kullanılan bir yöntemdir sahne şovları. Binlerce gözü üzerine toplamanın en kestirme iki yolu mevcut; sıradışı hareketlerde bulunmak ve kusursuz bir seyir zevki yaşatmak. Çıplak bir toplumda giyinik gezmek yahut giyinik bir toplumda çıplak gezmek sıradışı hareketlere girebilir. Lakin ilgi çekiciliği diğerine göre nispeten daha kısa sürelidir. Kusursuz bir seyir zevki bir arenada birinin diğerini öldürmesinden, bir buçuk saatlik bir futbol müsabakasına hatta haftalar süren olimpiyatlara kadar ilerleyebilir.
                Tarih boyunca seyir zevki için kendini köle eden insanlar mevcuttur. Tabii bunlara hükmeden sahipleri de. Bu kölelerin ortak özellikleri toplum içinde ulaşılmak istenen insan figürü olmalarıdır. Uğraştıkları alanda en iyi olmaları, kusursuz bir fiziğe sahip olmaları, uğraş alanları içine girdiklerinde karizmatik bir yapıya sahip olmaları şarttır. Çoğu zaman akla bile gelmez birer köle oldukları. Başlarda bariz birer tutuklu hükmünde olan bu köleler zaman içinde zincirlerinden arınmış fakat kendilerini saran şeffaf esaret ipliklerinden bir türlü kurtulamamıştır. Öyle ki kendilerini kusursuz bir görünüme sokan insanlık dışı yoğun idmanlardan bir an olsun kendilerini kurtaramazlar. Bir anlık gafletleri onları bu üne kavuşturan yeganeliği ortadan kaldıracak, toplum içindeki geçilmezlik görüntüsünü yerle bir edecektir. Ve bir süper kahramanın halkın gözünde bir anda toz olması için başka bir kahraman tarafından yenilmesi yeterlidir. Günümüz sporcularında, sanatçılarında ve ünlülerindeki bu derin kaygıyı, tarihten silinmemek adına verilen çabayı çıplak gözle alelade bir bakışla görmek mümkündür. Her bir spor dalı, sanat dalı endüstrisini de beraberinde oluşturmakta, bu sanatı icraa eden insanları kusursuzluğa zorlamakta ve satılan bir meta haline getirmektedir. Artık er kişi işini zevkle icraa eden bir kişi olmaktan çıkmakta, işinin en iyisi olmaktan başka gaye taşımamaktadır.
                Peki teknoloji bunun neresinde? Ve biz bu teknolojinin neresindeyiz? Gladyatörlerin hunharca savaştığı arenaya son kez bir daha götürmek istiyorum sizleri. Kendinizi arenada hissedin. En önden seyrediyorsunuz karşılaşmayı. Yerlerde yüzlerce silah var ve siz kan gölü içinde şevk ile kendinizden geçmektesiniz. Seyirciler olarak o kadar kaptırıyorsunuz ki kendinizi, bir anda arenanın içine düşüveriyorsunuz. Siz ve diğerleri… Her yer o kadar kalabalıklaşmış ki sizin gibilerden gladyatörleri görmüyorsunuz artık. Başlıyorsunuz gözünüz kapalı naif bir gladyatör misali saldırmaya…

                Teknoloji zaman ve mekan kavramını yerle bir etti. Artık mekanı cebinizde taşıyabiliyor ve zamana kolaylıkla meydan okuyabiliyorsunuz. Zaman kısmı tek taraflı tabii. Hızlı bir şekilde ileri alabilmek mümkün. Geriye sarmak hala kurgusal bir hayal… Ufak dokunuşlarla her bir yer anında arenaya dönüşüveriyor. Tabii bizler de birer gladyatöre. Başlıyoruz ha bire savaşmaya. Tutunabilmek için artık en güzeli, en kaslısı ve en kilosuzu olmak zorundayız. Artık istediğimiz gibi yiyemez, istediğimiz gibi giyinemez, istediğimiz gibi yaşayamayız. Artık arenanın o renkli ışıkları ve atmosferi tüm dünyada tezahür etmiştir. Ve bununla birlikte toplum her bir bireyini savaşa dahil etmiştir. Şişman olan şişmanlığıyla, paspal olan paspallığıyla mağlup olmaktadır. Kimse özgür değildir eskisi gibi. Özgürlük, taliplilerince çoktan boğulmuştur. Artık geri dönüşü de yoktur ne yazık ki. Yaşanılabilecek en güzel dünya daha çok beğeniyle, daha çok övgüyle, daha fit bir vücutla, daha güzel özlü sözlerle mümkün olacaktır. Bir de daha çok bilmelisiniz artık. İhtiyacınız olmayan bilgileri dahi. Boyuna insan geçebilmelisiniz mesela. Bir de birkaç dil daha bilmek gerekir. Kendini ve bildiklerini daha fazla insana kanıtlayabilmek için. Dünya nefes almaya çalıştığın bir yer değil, kabul görmeye çalıştığın büyükçe bir sahne olmuştur. Ve bu dehşet verici ölümcül sahne size parmak uçlarınız kadar yakındır. ‘’Layk’’ınız bol olsun…