23 Ocak 2014 Perşembe

DÜŞÜNCE AKIŞI-ALGISAL ÜTOPYA...



(not: bu nottan itibaren başlayan yazı bir düşünce akışı olması bakımından hiçbir anlam, kural, noktalama işareti ve benzeri şey taşımayacaktır. buna dair bir örnek var mı? evet var. ama bu örnekler bu saatte beni biraz olsun ilgilendirmiyor. bu yazıyı yazarken kendimi hür, biraz depresif, rahat hissediyorum. eminim ki buna hakkım var.)

yuvarlak bir masam var bu masaya yeni yaratmış olduğum tam yedi karakter oturttum bu karakterlerin üç tanesini iş sahibi parası haddinden fazla olan yani gelecek kaygısı olmayan adamlar yaptım hatta o kadar kibirli zengin ve aptal ki bu adamlar kendilerinin hayali bir karakter olduklarını unutup karşılarında oturan dört kişinin masada olmalarını nezaketsizlik olduğunu düşünmekteler bir tanesi bankacı aklında yarım bırakmış olduğu işleri var bu saatte bu masada oturmak yerine son bir kez işlerine göz atıp aile fertlerine zaman ayırmadan gidip yatmak var muhtemelen hikayenin bu şekilde devam etmesine karşıdır lakin ben ona düşüncelerini söylemesi için fırsat vermeyeceğim diğerine geçelim bir tefeci aile yaşamından anlamaz pek bunun yanı sıra edebiyattan hoşlanmaz böyle konulara malzeme olmayı da sevmez hani işini yapmış adam cebine parasını koyup o paradan on lirasını çıkarıp marlboro lightını almış keyifle tüttüren adamdır böyle adamları sever çünkü parasını satabileceği güzel insanlardır bunlar paradan iyi anlar verdiği paralar uğur getirmez pek lakin bir kere parasını alan yakasını da kurtaramaz pek ondan bu masadan olduğu için bana çok kızıyor fakat bankacıyı gözüne kestirdi yanı başındaki biraz sonra tanışacağınız ekonomi bakanına çaktırmadan bankacıyı ağına düşürebileceğini düşünüyor düşürecek de ama nasıl düşüreceğiyle sizin bir alakanız olmayacak bilmeyeceksiniz de ve sıra geldi ekonomi bakanımıza çok önemli bir toplantısını aksattı bizim için aslında bakarsanız bana o kadar kızgın ki işinden alıkoydum aslında işini yürüttüğünde sonucundan etkilenecek kişilerin tamamı bu masada ekonomik dengeleri oturtmak için birazdan tanışacağınız memurdan biraz kırpacak öğrenciden biraz daha harç alıp okullara yardımdan kesecek bankalara para akışı sağlayıp iş sevmez bankacımızı iş altına sokacak ve bu karmaşada eline geçirdiği parayı farkında olmadan yanı başındaki tefeciyle paylaşacak cebi dolu amcalarımızdan sıyrılıp sefillere geçtiğimizde ilk sırada bir anarşist var klişeleşmiş lafları her zaman dilinde her şeye karşı bir anarşist aslında sadece parayı bulamamış bir kişi ona kar sağlayan birşeyle karşılaşmamış henüz cebine iki bin tl sıkıştırıldığında dolabına sakladığı nüfus cüzdanını taşımaktan gocunmayacak bir kişi aslında karşı olacağı şeylerin tamamının ortak bir noktası var bu ortak nokta karşı çıkacaklarının tamamının bedava olması emek harcamayı pek sevmez lakin yanı başında oturan öğretmen amcamızın yerinde olup bordro sahibi olmaya da hayır demez hani keşke biraz çalışma gücü bulsaydım der ve alışkanlık ya bunu dediği ufak sürede kendinden utanır ve etrafındakileri izlemeye devam eder öğretmenimize gelelim burada olmak sıkıcı geliyor ona da kaçırmış olduğu dizide muhtemelen adam kadına tecavüz etti ve düğüm çözüldü şahit olamamaktan son derece huzursuz bir bardak çayını içip kanepede uyuya kalma geleneğini devam ettiremediği için kızgın bir öğrencimiz var aslında yapacak pek bir işi yok yarınki sınavına uyumadan da gider neticede masada olmaktan rahatsız olmak yerine masada bulunmayı son derece ilginç buluyor konuşacakları var fakat konuşmanın başlamasını bekliyor ve son sandalyeye de ben oturuyorum aslında hiç muhatap olmak istemem ama canım sıkılıyor işte oturuyorum kendimi tanıtıp söze başlıyorum konuş diyorum diyorum bakana kime neden karşısın şu hayatta bakıyor bana ve etrafındakilere biraz tedirgin lakin makamının verdiği öz güvenle başlıyor ilk olarak muhalefet partisinin politikasına karşı çıkıyor eleştirilerini saçma ve seviyesiz buluyor ekonomi planlarına son derece bağlı ve başarılı olduğunu düşünüyor basının tutumuna karşı devlet sırlarını sızdırmaktan asılsız suçlamalar yapmasından ve yalan haberler yaymasından dem vuruyor memura da yükleniyor öğretmenin suratına bakmadan geçinmesine yetecek maaşı verdiklerini ve bunların allahtan belasını istediklerini söylüyor şükretmeyi bilmiyormuş memur onu da söylüyor bankacı daha fazla dayanamayıp söze atlıyor ekonomiden biraz biraz anladığı için ekonomik yaptırımları son derece ağır politikayı son derece başarısız bulduğunu söylüyor hükümete karşı ama işini kaybetmekten de korkuyor biraz sırası gelmişken patron baskısına da karşı olduğunu belirtiyor konuya dönerek cari açığın yükseldiğinden devletin iflasa sürüklendiğinden dem vuruyor hükümete oy veren vatandaşa patronuna politikaya ve cebindeki paranın azlığına karşı kısacası bir de çalışma saatlerinin fazlalığına karşı daha az çalışma saatiyle daha fazla istihdam sağlanabileceğini düşünüyor kafası da fazla çalışmıyor anlayacağınız üzere tefeci atlıyor hemen ekonomik politikaların doğruluğundan bahsediyor o da bankacıya karşı vicdan iyi niyet gülen yüz ya da para dışında her şeye karşı olduğunu anlatıyor üstü kapalı bu karışık ortamları seviyor aslında bu paranın kokusunu almak onun için aslında o da biliyor ekonomi politikasının beş para etmez olduğunun anarşist atlıyor ardından devlet düzeninin onu oluşturan yapıların tümüne karşı olduğunu söylüyor hayallerindeki dünyayı anlatmaya kalkacakken hepsi susturuyor bu gereksiz adamı da öğretmen ele alıyor lafı gayet çekingen bir tavırla hükümetin eğitim sisteminin yanlışlıklarından bahsediyor programın yararsız olduğundan dem vuruyor eğitim sistemine giriş yaparak akıllıca davrandığını sanıyor girizgahtan sonra maaşların azlığından yaşam sıkıntılarından emekliliğe dair kaygılarından bahsediyor diziyi kaçırmanın vermiş olduğu rahatsızlıktan da bahsetmek istiyor ama vazgeçiyor sonunda bir an kendi mesleğini icra etmekteki beceriksizliğini hatırlıyor ve susuyor yaslanıyor arkasına her kelimeyi kullanıp da hiçbir şeyi anlatamayan koca adamlar etrafındaki herkesi haksız ve saçmalamış olarak bulmuş bir şekilde öğrenciye dönüyorlar ben de tabii merak ederek dönüyorum şu ana kadarki olayları son derece ilginç bulan öğrencimiz söz hakkının kendine gelmesine şaşırıyor kürsü nutuk meraklısı o kadar dallamanın kendisine bakmasını garipsiyor ve çekinerek konuşmaya başlıyor anlatılanları son derece ilginç ve saçma bulduğunu söylüyor bir üst nesil olan bu insanların bi halt bilmeyen adamlar olduğunu fark ettiğini söylüyor karşı olduğu o kadar şeyin de saçma olduğunu anladığını söylüyor okulu bırakmaya karar verdiğini etrafını oluşturan bu kitleden uzaklaşmak istediğini okuduğu halde geleceğinin şimdi neden bu kadar kararmış olduğunu anladığını söylüyor her türlü çabaya girişmiş olsa da insanlar geleceğin beklenen gelecek olmayacağını anladığını söylüyor düşünüyor düşünüyor düşünüyor her şeye karşı çıkmak geliyor elinden anarşisti görüp vazgeçiyor okuyup adam olmak geliyor bakanı görüp ondan da cayıyor karanlık işlere girip köşeyi dönsem diyor tefeci geliyor aklına az uz okuyup memur bari olayım diyor bankacıyı görüp tövbe ediyor hiç isyan etmeyeyim kaderime razı olayım diyor öğretmenin aptal bakışını görüp vazgeçiyor sonra bana bakıyor göz göze geliyoruz uzun müddet bakışıyoruz durumu anlıyorum kalkıyorum yerimden ve usulca masayı terk ediyorum yaşanılan çevrenin küçük bir örnekleminin oturduğu masadaki insanları karşı çıktıklarını hayallerine dair izleri ve kalitesizliklerini görmek yetiyor bana da öğrenci ne yapacağını iyi biliyor koltuğuma oturuyor hafiften bir gülümsüyor ve hepsini yok ediyor başlıyor kendi hikayesini dünyasını ve karakterlerini yazmaya biliyor ki gelecek karşı çıkmakla değil yeniden yaratmakla çizilir bu vakitten sonra

İNSANLIĞIMIZDAN HARCAYARAK PARLAYAN LAMBALAR! SÖNDÜĞÜNDE, YOLUMUZU GENÇ ''MUMCU''LAR AYDINLATSIN!.. (UĞUR MUMCU ANISINA...)



Süleyman Demirel’in verdiği namus borcu yerine getirilmedi. Az namussuz değildik de tescilleyenimiz yoktu. İlk tescil de değildi gerçi son tescil de olmayacak…

Peki bütün bir nesle harf harf kelime kelime anlatılması gereken bu önemli şahsın sadece bir kesim tarafından sahiplenilmesinin sebebi neydi? İdeolojilere tıkanmış, gözleri karartılmış tahammülsüzleştirilmiş ve anlayışsız toplumumuz mu?




Çocuktum anlatanım yoktu. Televizyonlarda gösteriyorlardı. Kim ölmüştü ne olmuştu neden olmuş bilmiyordum. İçim acımıştı, çocukluğuma denk gelen yıl dönümlerinde en sevmediğim kişi dahi olsa arabasının bu şekilde yok edilmesini istemezdim o yaştaki aklımla - hele içinde kendisi varken.- beni düşünecek olacaklar ki kanallar sonraki habere geçtiler. Yıl dönümlerinde andılar, ağladılar, mumlar yaktılar da söylemediler bize. Ne oldu? Nasıl oldu? Kim yapar? Niye yapar? Öğretmediler diyorum ya. Hep aynı resim, mumlar ve mumcular. Üzülenler yok mu? Var ve bizden çok uzaklarda…



Sağ kanat gözleri kapalı gelip geçer bu diyarlardan. Sormaz sorgulamaz da pek. Sahiplendiği ülküler kutsaldır da bahçenin dışına da bakmaz pek. Kabullendiklerimi sorguladığımda algıladım ben dış dünyayı, fikirlerin kutsal ideolojilerin beşeri olduğunu. ‘’Hiçbir düşünce alternatifsiz değildir. Her düşüncenin ve her uygulamanın karşı seçeneği vardır. Siyasal iktidara alternatif aramayan toplum kendini “totaliter” düşünceye teslim eder. Demokratik toplum, alternatif arayan toplumdur.’’ Dedin dinlemedik, okumadık...

Üzülerek söylüyorum ki sağ kanattan sol taraf pek bir çirkin gösterilir alt nesle ve o yolda ölenler öldü diye geçiştirilir. Ece Temelkuran’ın hayatını anlattığı ‘’Memleket İsterim’’ programın ufak bir kesitinde bahsettiğine bakılırsa sol kanatta da aksi bir durum mevcut. Bu büyük insanın hazmedilemez katlinin yıl dönümünde bunları anlatmak istemem de her şey bu noktada başlıyor.

Üniversite yıllarımın başlarına dek pek (cehaletimdir!) umursamadığım bu katledilme vakası ilerleyen dönemlerde ülke vatandaşı olarak utancımı besleyen bir vaka olarak günümüze kadar süregeldi. Ankara güzel insanları karlar altında almayı sever. Ankara da almadı gerçi, haince bir planla arabasının altına yerleştirilen patlayıcıyla katledildi. Yüreğimiz parçalandı da gücü her şeye yeten devletimiz aydınlatamadı karanlık vakayı. Aydınlatmak da istemediler. Aykırıydı, öyle ya toplumda pek sevilmez sağlam adım atan, araştırmacı, işini iyi yapan, başkalarının işlerine burnunu sokup(!) gizli kapaklı işleri gün yüzüne çıkaran insanları. Öyle ya ölümü de hiçbir devlet adamının samimi olarak canını sıkmadı. Nerden biliyorsun deme sıksaydı çözerlerdi olayı.

Peki neden üzülmedi kimse, niye illa çözülecek bu olay diye peşinden koşmadı yıllarca? Koşamazlardı, korkarlardı. Çünkü attığı her sağlam adımda bir kuyruğa basan bir adam vardı karşılarında. Köşeyi dönen bir sinsi gölge gördüğünde peşini bırakmazdı. Korkmazdı da ara sokaklardan, dolambaçlı yollardan. İlkeleri, azmi ve sabrı vardı. Mesleğini sever, çalışır ve anlatmaktan da yorulmazdı. Ondan sonra da çıkmadı zaten ne araştırmacı ne de gazeteci. İki üç beden fazla geldi kendisi sanırım bu topraklara. Genel bir durum vardır zaten bizde sana dokunmayan yılan bin yıl yaşasındır. Yılan yıllarca yaşadı, büyüdü, beslendi de dokunmadı dedik, ses etmedik. Bir insanla insanlığımızı kaybettik.

‘’Ellerini kana bulayanlar, içlerindeki korkularını mezar taşlarıyla yaşayanlar, aynı adaletsizliğin ve aynı suçun ortaklarıdır hep birlikte. Gözlerin açıksa göreceksin. Kulağın sağır değilse duyacaksın. Ellerin kesik değilse uzanacaksın.’’ Dedin de gitmedi elimiz, görmedi gözlerimiz, ortak olduk suça, sessiz kaldık. ‘’Susanlar da bu insanlık suçlarına katılmış olur. Bu masum insanlar, Yahudi de olur, Arap da, Hristiyan da. Ölenlerde ırk ve din ayırımı yapılmaz. Ölen insandır.’’

‘’Biz unutkan bir ulusuz. Unutuyoruz olup bitenleri. Unutuyoruz ve oğulları kızları ölen ana babaları, kanlı gözyaşlarıyla baş başa bırakıp gidiyoruz.’’ Nasıl da biliyorsun bizi. Bir haber aralığı kadar sürüyor üzüncümüz sonraki haberde üç büyükler çıkıyor, küçükler büyüyor, büyükler küçülüyor gözümüzde. Tabii ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor.

Kendi derdimize boğulduk hep; korktuk, sindirildik, ezildik. ‘’Vurulduk ey halkım unutma bizi.’’ Biz toptan unuttuk. Yaşama sevincimiz ellerimizden alındı. Acı çektik, birbirimizi vurduk da acıya da duyarsızlaştık. Ses etmedik hiç, sen karışma herkes kendini kurtarır olan sana olur dediler, olur dedik. Öleni öldürüleni kınamadığımız gibi kulp taktık da ölümünü meşru kıldık. Ölüme sevinenler de oldu çok. Sevineni ayıplamadık, alkış tutanlar oldu, görmezden geldik.


Ne zaman olacağız? Ya da olur muyuz? Zor gözüküyor. ‘’Ne zaman uygar olacağız bilir misiniz? Bir katil ya da kaçakçı ile bir aydın arasındaki farkı anladığımız gün!’’ ayıramıyoruz iyiyi, kötüyü, haklıyı, haksızı… beynimiz bulandı, işler yolundan çıktı da vardır bir bildikleri dedik sineye çektik.


‘’Her kim ki din sömürüsünü kullanır, bir süre yararlı olur belki, ama sonunda mutlaka seçim sandığında yenilgiye uğrar. Halk, din sömürüsünü affetmiyor. Bu son derece önemli bir sonuç, olgu ve gerçektir.’’ Demişsin onu bile ayırt edemedik. Seni de yalancı çıkardık durduk yere. Allah dedik de diyenlerin peşinde. Allah Allah diyemedik bi türlü bu haksız gidişe. Şaşırmadık olan bitene, ses de edemedik. ya kuyruğumuzu kıstırıp düzene ayak uydurduk ya da kuyruğu dikenlerden olduk da kuyruksuz yaşamayı akıl edemedik.


‘’İnsanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. Devrimcilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. Yolsuzlukların devlet yetkililerini sardığı bir düzene Anayasa düzeni denilemez. Bu, katiller demokrasisidir. Bu, hırsızlar düzenidir….’’ Hukuk devleti de olamadık biz. Tekeri patlamış bu düzeni rayına oturtmayı beceremediğimiz gibi bu yolda emek harcayanların katledilişini de çekirdek eşliğinde izler olduk. Bu yolsuz düzende çizgimiz de bozulmadı şükürler olsun. Yıllar önce söylediklerin hala değişmemekle birlikte her geçen gün artarak devam ediyor, daha da çirkinleşiyor. Çirkinlik çıkıyor ortaya zamanlaması manidar oluyor, anayasa deniyor onun da hakkından geliniyor, insanlar katlediliyor, zaman aşımı hayırlı vaka olarak karşılanıyor. Gittin gideli bir kaosa tutulduk ki gidiyoruz önümüzü görmeden. Kendimizden, insanlığımızdan, hayallerimizden, umutlarımızdan tükete tükete emin adımlarımızla yürüyoruz karanlığa. Artık isyan da etmiyorum, kızamıyorum da. Dilimi de tutuyorum utanarak. Bize kalan insanlık, güzel insanların ardından birkaç dakika kızıp birkaç dakika üzülmekten ibaret oldu.Ümit ediyorum ki artık; Son gücümüz tükendiğinde, sokak lambaları son enerjimizi de harcayıp bizi karanlığa terk ettiğinde, bu karanlık yolu genç ‘’mumcular’’ aydınlatsın…

Uğur'lar olsun, mekanın cennet olsun, yolumuzu aydınlatan karanlıklarca söndürülmüş aydın.



ALDIK SELAMINI BÜYÜK ÜSTAD (ARA GÜLER)

Ara Güler’in muhabbet arasında gelmişti de ‘’sahte’’ ölüm haberi derinden yaralamıştı. Öyle ya fotoğraflarını geç tanıdığım bu güzel üstad, kısa süren fotoğrafçılık denemelerimin yol göstericisi olmuştu. Bir yandan fotoğraflarını incelerken bir yandan hayatına dair sıra dışı kesitlerle büyülemeyi başarmıştı. Tabii çok da kızıyordu yeni dönem sanatçılara. Fotoğrafı makine çekmez, fotoğrafçı çekerdi.

"Ne adamlar var!
Bana soruyorlar; 'Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?' diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir? Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum? Roman daktiloyla mı yazılır?
Arkadaş (gözleriyle kalbini göstererek), fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim! Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım… Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim. Ara GÜLER"

Fotoğrafçılığı öğrenmenin ilk adımı makineyi öğrenmekten ziyade Ara Güler’i öğrenmekten geçermiş, öğretmişti geç de olsa. Haklıydı tabii güzel fotoğraf güzel makinenin eseri olsaydı güzel bir fotoğraf çıktığı zamanda isimlerden çok makinelerin adı geçerdi. Dili ağır olsa da, lafı gediğine oturtmayı sevse de değer veriyor insanlara ve fotoğraflara, bencillik yapıp çekip gitmiyor öyle. Tanıyor, hangi duygu ağır basıyorsa onu yansıtmaya çalışıyordu. Pişman da olmayacaktı belli ki geçmişindeki kariyerini icra etme noktalarında yaptıklarından. Hoş nasıl olsun hayat anlayışı paralelinde çalışıyordu, güzel işler çıkarırken hikayelerini de saklıyordu karelerin. Yaptıklarından memnun şekilde yatıyor hasta yatağında da yapamadıklarından hayıflanıyordu tek.

‘’ O kadar pezevengi çektim, Charlie Chaplin'i, Einstein'ı, Jean Paul Sartre'ı çekemedim. Onlar mühim adamlardı, onların fotoğraflarını çekebilmeyi isterdim. Ama şimdi kimse kalmadı, Türkiye'nin en meşhur adamını çeksen ne olur? Sınırın bir metre dışına çıksa kimse tanımaz. Ben onlardan daha meşhurum. Ara GÜLER’’

Dili sivri bu büyük üstad bana Can Yücel’i hatırlatır. İşini yaparken yahut sağda solda ana avrat düz gitse kimse garipsemez de yaptığı işin ürününü de kimse cesaret edip eleştiremez. Tabii yaptığı iş konusunda sürekli yanlış anlaşılmalar da olurdu. Fotoğrafçı olarak tanırdı herkes de ısrarla söylerdi ‘’Fotoğrafçı değil foto muhabiriyim. ‘’ diye. Sapla samanı ayırmak lazım tabii.

"Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı. Ara GÜLER "

Makinenin önünden iyi kare yakalamanın yolunu makinenin ardını anlamaktan geçtiğini bize öğreten bu güzel insan hayata dair de muazzam ipuçları vermekten de geri kalmıyordu.

‘’Yaşam, size verilmiş boş bir filmdir.
Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın... Ara GÜLER’’

Malum medyanın gelişmesi haberi hızlı şekilde edinmemizi sağladığı gibi bilgi kirliliği de arttı. Kim ne derse daha çabuk inanır olduk. İnanmak istediğimizden de değil tembellik, üşengeçlik inanmayı kolay kıldı. Bazı insanlarımız ölmeden mezara sokmayı seviyor malum. Biz de üstünü topraklamaya pek de hevesliyiz. Bu ayıbın son mağduru da ‘’Ara Güler’’ üstad oldu. Tabii mağdurların birçoğu çeşitli şekillerde tepkisini koydu ya da esprili yaklaştı. Tabii Ara Güler’in tepkisi biraz daha içten ve sert oldu. Ben de dahil öldü deyip ortalığı kısa süreli velveleye verenlere güzel bir selam çaktı. Biz de selamını mahcup ve yüzümüz kızararak aldık. Sen var ol güzel insan, büyük üstad biz yüzümüz al al gezmeye razıyız…



21 Ocak 2014 Salı

PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER

-BİZİMKİLER YAZDI, BİZİMKİLER UYARLADI DAHA GÜZEL YAZILAMAZDI-
UYUYAN GÜZEL PAMUK PRENSES


Sevdiğim dizilerdendir ‘’Once Upon a Time’’. Ülkeye, gündeme, çevreme, realiteye kızdığında masal alemine kaçıp çocukluğunuzu hatırlamanız için muazzam bir fırsat sunuyor bu nadide dizimiz.
Her ne kadar hevesli olsam da bu diziyi ayrıntılı şekilde anlatmak yerine bazı kesitlerden bahsedip bizimkiler olarak tabir edeceğim toplumumuzla nasıl benzerlikler gösterdiğine değineceğim.
İş bu dizimizin temeli kötü kraliçenin pamuk prenses ve yakışıklı prensin mutluluğuna gölge düşürmek adına ortaya büyük bir lanet çıkarması, masal alemi karakterlerini gerçek dünyaya taşıması ve bu alemde herkesin hafızasını kaybedip mutsuz mesutsuz yaşamasına dayanıyor. Sağ cephenin aklına ‘’Orta Asya’dan Anadolu’ya göçüşümüzü mü kastediyor lan’’ şeklinde düşünce gelebilir. Yok öyle bir şey demek istediklerime geçmedim henüz…
Bu karakterlerimiz mutsuzluğundan habersiz bir şekilde hayatlarına devam ederken geçmişle ilgili sorulara ‘’tam olarak hatırlamıyorum’’ şeklinde cevaplar veriyor üstüne de fazla düşmüyorlardı. Mutsuzluklarından bihaber bu karakterler demokratik bir kasabada yaşadıklarına inanırken belediye başkanlığı görevini yürüten kötü kalpli kraliçemiz 3 dönemdir başkanlık yaptığını dile getirmekte, öğretmen olarak yaşama devam eden pamuk prensesi sürekli aşağılayıp emirler yağdırmakta ve her fırsatta hükmettiği tebaanın burnundan getirmektedir. Tabi efsunlanmış bu halk da zulmü normal karşılamakta bir türlü niye bize zulmediyor?, biz niye sürekli aynı kişiyi seçiyoruz? En son ne zaman mutlu olduk? Gibi soruları bir türlü kendilerine soramamaktadır. Akıl edip soranlarsa gücünden korkup eninde sonunda geri adım atmaktadır.
-Bundan da anlam çıkarmaya kalkmayın daha bizimkilere geçmedim-
Tabii bu kötü kraliçenin sürekli dalaştığı kötü bir karakter vardır. Her fırsatta karşılıklı güç gösterisi yaptıkları bu karakterin adı ‘’Rumpeltitskin’’. Bu iki bir birine denk kötü karakter sürekli çatışma halinde olmakla birlikte tek bir ortak noktada –zulüm etmek- konusunda beraber harekete geçmektedir. Bu iki karakter –masal bu ya- bu ortak noktada buluşmak konusunda sıkıntıya düşmemekte, sürekli aynı masada yapacak bir kötülük bulmaktadırlar. Tabii bu planlar yapılıp kötülükler hayata geçirilirken halkımız mutsuz mesutsuz yaşamaya devam etmektedir. Tabii uyuyan güzelimiz hala öğretmen ve iyi öğretmen olacak ki tüm halk uyumayı adeta ondan öğrenmiş. Artık bir değil bir sürü uyuyan güzelimiz mevcuttur.
-Dizimizi anlatmayı gerçekten isterdim fakat ülke gündemi daha mühim-
Bu olaylar gerçekleşirken olayların farkında olan tek bir birey vardır ki bu birey başkanın evlatlık oğlu Henry’dir. Öğretmeni pamuk prenses ona bir masal kitabı hediye etmiştir ki bu masal kitabı evladımızın gözlerini açmış, olayları kavrayıp laneti bozmayı başarmıştır. Bazı öğretmen arkadaşlarımız bunu yorumlamaya kalkıp yeni neslin umut olduğu ve bu umudun öğretmenlere bağlı olduğu sonucunu çıkarmış olabilir. Alakası yok!
-Bundan da anlam çıkarmayın daha konuya girmedim-
Tabii bu olaylar gerçekleşirken ara ara geçmişi hatırlatma babında prensin pamuk prensesi öpmesi ve pamuk prensesin uyanıp kendine gelmesi mevzusu da sık sık dile getirilmektedir. Ve pamuk prenses bu öpücükten aldığı ilhamla kötülüklere karşı savaş açmakta, çoğu zaman da galip gelmektedir.

Bu yazıda ne masaldan bahsedebildim ne de gündemden. Yine de, bundan ısrarla anlam çıkarıp toplumu pamuk prensese benzetenler olabilir ve akıllarında acaba bizi de prens öpse uyanıp kendine gelir mi diye bir soru olabilir. Gelmez efendim gelmez değil öpmek, sabaha kadar geçirse yine gelmez.

19 Ocak 2014 Pazar

NEJAT İŞLER DEMİŞKEN…


Nejat İşler… Şu aralar hastalığın pençesinde yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor. Birçok kişiyi oyunculuğuyla mest etmiş; Behzat Ç.’deki, Barda filmindeki karakterleriyle kendine hayran bıraktırmış güzel insan.
Yaşam tarzına baktığımda beni oyunculuğundan öte diğer özellikleri mevcut bu güzel insanın. Öyle ya kendisi de sevmezdi pek oyunculuğu, canı sıkılır bahane uydurur ayrılırdı dizilerden. Sanırım kuzenim bahsetmişti zamanında edinmiş olduğu sahaftan. Boş vakitlerinde sahafının başında kitap karıştıran, imzaya, fotoğrafa gelenleri kapı dışarı eden kitap kurdu bir insan olduğundan bahsettiklerinde daha büyük bir karakter olarak kazınmıştı hafızama. Popülerdi fakat popülariteyi pek seven bir havası yok. ‘’Şeyh uçmaz mürid uçurur’’ lafı da gelebilir daha yakından tanıyanların aklına, ben gördüğümü söylüyorum. Haksızlığa karşı duruşu netti her zaman. Klişe olsun diye gezi parkı olaylarına atıf yapmıyorum. Sene 95’te Gazi Mahallesi olaylarında da aynı saflardaydı. Kendisi anlatıyor; Ot dergi sayı:10
Dedim ya oyunculuğundan öte yanları vardı kendine hayran bıraktıran. Edebiyatı sevmekle edebiyatı üretebilmek ayrı bir durumdur, edebiyatı üretmeyi de başarıyordu bu adam. Ot dergide ilk yazısını okuduğumda şaşırmıştım. Diğer ünlü olup da yazmaya çalışanlardan ziyade kelimeleri sağlam adımlarla işliyordu. Kendisini sevdiğimden yahut oyunculuğuna bağlı bir kayırma olabilir içimde diye düşünüyorken ikinci yazısıyla sarstı. Şok etkisi içinde ve muazzam bir hazla merakla bekler oldum yazılarını. Murat Menteş, Hakan Günday, Emrah Serbes, Burak Aksak, Yekta Kopan başta olmak üzere birçok yazarın kim bu ay daha iyi yazmış diye istatistik tutup kendi çapımda puanlama yaparken puanlar uçtu kenara, aklımda tek beklenti oluşmaya başladı… Acaba bu ay da güzel yazacak mı? Yeni dönem yazarlarının edebiyat tarihine damga vuracağına inananlardanım ve bu adamın da bir oyuncudan ziyade edebiyatçı yönüyle tarihte anılacağına inanıyordum. Sıkılmıştı hem İstanbul’dan ve kaçmıştı. Bu fırsatı iyi değerlendirecek ve daha uzun hikayelerle, romanlarla çıkacaktı karşımıza. Ben inandığımı söylüyorum tabii…
Tabii belirli bir müddet ufak bir cemiyet (ot dergi) içinde devam etti bu büyük başarısı. Seviyor, gurur duyuyor ve severek okuyorduk da kimseye ses etmiyorduk popüler kültür tarafından katledilmesin diye…
Ta ki o yazdığı son yazıya kadar… Arkadaşlarla sohbet içinde çok kez takılırdım da gecenin geç vakitlerinde ‘’O değil de adam iyi yazmış…’’ Son yazısı derinden etkileyecek kadar tutarlı ve etkili bir yazıydı fakat popüleriteye bulaşmıştı. Tabii edebi değerlendirme olarak değil ‘’ İLK AŞKINI ANLATTI…’’ Gazetelerde başlığı gördüğümde bir kez daha basından nefret ettim. Derste gizli gizli, göz ayırmadan, nefesimiz kesilerek okuduğumuz yazı ‘’İLK AŞKINI ANLATTI…’’ başlığıyla lekenlenmişti. Öyle ki magazin bölümünde çıkmıştı haber olarak ve büyük resimler altına küçük yazılar halinde. ‘’Magazini batsın adam popüler yazı istemiyor rahat bırakın artık’’ dedirttiler. Kendisi de üzülmüştür büyük ihtimal ya da o karakterine uygun yapısıyla iplememiş gülüp geçmiştir.

‘’…Gözlerimi kapattım, başka bir sayfa numarası söyledim.  Şiir başlığı; ‘’O Sensin!’’di… dünyanın dönüşü için kısa, benim için 75 yılda bir Dünya’nın yakınından geçen Halley kuyruklu yıldızını beklemek kadar uzun bir süre sessiz kalındı. Hala boynuma sarılıp beni öpücüklere boğmamıştı. Gözlerimi yavaşça açıp, cehenneme ilk adımımı attım. ‘’ Senden bi şey istemiyorum, artık biliyorsun işte’’… Bana sarıldı, defterimi geri verdi ve unutamadığım o cümleyi söyledi; ‘’Gurur duydum Nejat, arkadaş olarak kalalım n’olur’’… Ve kalktı, ve uzaklaştı…
Geçen sene Cihangir’de bir kafede dostlarla otururken, arkamdan biri seslendi; ‘’Ooo, Nejat Bey buradaymış, tanımaz şimdi bizi.’’ O’ydu… Arkamı dönmeden adı çıktı ağzımdan. Hala güzeldi. Kocasıyla tanıştırdı. Çocukları varmış, bizimki bi üniversitede öğretim görevlisi olmuş, iyiymiş. Öğrencileri benimle bir zamanlar okul arkadaşı olduğuna inanmıyormuş. Üst kata çıkmak için merdivenlere doğru hamle yaptığında bir an durdu ve dönüp şöyle dedi.
’’ Senin başarılarını görünce gurur duyuyorum arkadaşım.’’ Gülümsedim, belli belirsiz; ‘’Hala mı?’’ diye sordum. Ya anlamadı ya da anlamazlıktan geldi…
26 yıl evvel O’na aşıkken  boyum 1.80, kilom 70’ti… Hala öyle…
Bazı şeyler değişmiyor…’’
Nejat İŞLER, Ot Dergi, Sayı:11
Kendisi şu an yaşam mücadelesi veriyor. Birçok insan bir oyuncu kaybetmekten korkuyor. Halbuki bir oyuncu, edebiyatçı, dürüst bir kişilik ve en önemlisi değerli bir ‘’İNSAN’’ kaybediyoruz. Belli ki önceki yazısında yazdığı gibi Tuncel Kurtiz’in ölümünü sindiremedi ve onu özlüyor. Tuncel abi bekler orada güzel insanlar da var. Ama senin biraz daha kalman gerekiyor, görevlerin var daha. Savunulacak adalet, kavgası edilecek onurlu mücadeleler, yazılacak hikayeler ve kitaplar var. Yarım bırakmayı seversin bazı şeylerin tadı kaçınca. Ama edebiyatla hak kavgasının tadı kaçmaz be abi. Sen yine gitme;  yoksa ilk yüreklerimiz, ardından Ot Dergi sonrasında Türk edebiyatı eksik kalacak…
 Dualarımız seninle güzel insan…



18 Ocak 2014 Cumartesi

ÇALIYOR AMA ÇALIŞIYOR DA

             
Geleneklerimizden ve söylemlerimizden kurtulmak kolay olmuyor; iyisiyle kötüsüyle…
-          ‘’Adam çalıyor ama çalışıyor da kardeşim.’’
-          ‘’Ben kır attan başkasına vermem.’’
-          ‘’O sağcı, bu solcu, şu yolcu, şu komünist, bu liboş. ’’
-          ‘’Belediye’de partiye değil adama göre oy veririm usta!’’
Malum önümüz yerel seçimler, birçok aday icazet alıp göreve başlamak için oylarınızı bekliyor. Kötü demiyorum hepsi, mutlak var içinde iyileri de var. Hatta birçoğu belki ahlaksız teklifle henüz karşılaşmadığından, belki emdiği sütün temizliğinden geçmiş sicili temiz olacak. Yarışa ilk defa katılanlar belediyecilik adına güzel işler yapacağına yürekten inanıyor.
‘’Herkes çaldı, ben çalmayacağım. Halka hizmet Hakk’a hizmettir!’’
Kiminin yüreğinden kiminin dilinden dökülecek bu cümleler. Herkes haklı neticede beşeri hayatta ne kadar alt basamaklardan başlarsan o kadar temizsindir –bebek- gibi ve büyüdükçe kirleniyorsun; fizik, ruh ve statü olarak…
Mesele insanların itibar ve statü kazandığında yüz değiştirmesi de değil. Kimse yalancı durumuna da düşmüyor makama kavuşunca ya da yalan söylüyor da demiyorum. Anlamak istememekte ısrar ettiğimiz bir nokta var. Küçük-orta-büyük kadrolaşma…
Yani her bir birey olarak çuvaldızı kendimize batırmamız gerek. Komşumuz aday olsa da seçilse gözlerimiz parlar hani. Kimimiz evin önündeki asfaltı düzelttirmekle yetinir, kimi imtiyaz ister belediyecilikte kimi belediyede oğluna iş. Aile sohbetinde konuşulsa köpürür gider aile bireyleri ama söylenmesi de gerekiyor. Üzülerek söylüyorum ki masum gözükse de
-tabii normal prosedürü uygulayıp, yakını olan başkandan rica etme lüzumu görmeyen erdemli azınlığı hesaba katmıyorum- bir aile yakınına iş yaptırmak da yolsuzluğa giriyor ve bu bizim köklü geleneğimiz. Kadrolaşıyorlar diye bağırıyoruz aile salonlarında, yedi yedi bitirdiler diyoruz. Küçük bir tırtık almayı masumane görüp yüklenmeye devam ediyoruz. Başkanlara ricalar edip iş hallettiriyoruz, başkan kıramadıkça işler büyüyor, işler büyüdükçe para giriyor işe. Sonra bu da çok bozdu diyoruz. Yani pastanın kremasından bir parmak araklamak koymuyor da iş dilime dökülünce kıyamet kopuyor. Belediyenin talepleri ciddiye almaması, geç yapması ya da yanlış yapması doğru mu? Tabii ki değil; hırsızın hiç mi suçu yok? Tabii ki var. Ama suçun büyüğü Nazım’ın da dediği gibi yine senin canım kardeşim. Çuvaldızı hak eden
-suçu damla damla damara işleyen biri olarak- yine sensin ne yazık ki...

Yoksa oy verip seçeceğin kişinin zerre kadar önemi ve zararı yok. Hepsi işini yine yapacaktır. Neticede herkes yürüdüğü yollar düzgün, temiz olsun ister. Mesele yüreklerin temiz olmasında başlar. Başkan adayının değil, tüm yüreklerin…