26 Mayıs 2015 Salı

Tadilattayız

Takip eden, bakıp geçen, aradığı bulamayan, başka bir şey ararken yolu bir şekilde buralara kadar düşmüş değerli okuyucu. Sosyal medyadan da duyurduğum üzere yazılarıma bir süre ara veriyorum. Yokluğumuz kati suretle kimseyi rahatsız etmeyeceği gibi yazılarla dünyevi sıkıntılarını iki dakika olsun unutabilen varsa bu geçecek zaman diliminde  onun vebalini üstümde taşımak da boynumun borcudur.Bu sayfa benim için her zaman kaçacak bir delik olmuştu. Fakat her şeyden kaçmak için kullanışlı olan bu delik, insanın kendinden kaçması aşamasında bir cehennem çukurunu andırabiliyor. Bunun yanında dünyevi bütün meselelere harcadığımız emeği ve nefesi en iyi sen biliyorsun. Çok sıkıntılı dönemlerde sıkıntılı bir ülkede yaşıyoruz. Bu noktada bazen her şeyi durdurup derince bir nefes alıp beyne oksijen gitmesini sağlamamız gerekiyor. Ben bu noktada son nefesimi de az önce tüketmiş bulunmaktayım. Şimdi olduğum yerde durup derince bir nefes alıp zamanın olayların üzerindeki tozu almasını beklemek ihtiyacı doğdu. Pek takmayacağının da farkındayım. Ama bu noktada hassasiyetimi elden bırakma gafletinde yine de bulunmayacağım. Dediğim gibi okuyucu, bir süre tadilattayız. Çünkü YENİLİYORUZ...

                                  (Sen yine de buraları boş bırakma. Ara ara gel, yeni yazı yoksa bir çayımı iç, eski yazıları seyreyle. İki sataş, lafını esirgeme. Konuşursan her şeye çare var. Belki senden bir hikaye yazarız.  Ne yap et de okuyucu, beni kendinden mahrum bırakma. Esen kal...)

24 Mayıs 2015 Pazar

ÖLÜMLÜ GÖLGELER

   
       Sıkıcı bir rüyadan daha kötüsü nedir biliyor musun? İç içe girmiş birçok rüya! Nasıl mı? Rüyanda rüya görüyorsun. Rüyanda gördüğün rüya ise rüya görmenin ta kendisi. Bilmem kaç yüz tane Mustafa var kafamın içinde. Hepsi kendi rüyasını görüp kendine çıldırıyor. Az önce 6. Kez uyandım rüyamdan. Bu sefer gerçek olan! Bir inanış vardır kolunu cimciklersen canın yanıyorsa gerçektir. Morarana kadar cimcikledim. Çok da canım yandı.
          
     ‘’Çocuk!’’ Yüksek sesle haykırdım. Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla balkondan inip yanına yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap vermeden gülümseyip işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını yeni fark ettim.
‘’Napıyosun?’’
‘’Gölgemin saçlarını boyuyorum.’’
‘’Ne? Gölgenin saçlarını mı boyuyorsun?’’ Küçümser tavırla baktı.
‘’Çok sıkıldı renginden.’’ Gülümsemiyordu bu sefer. Kendime hakim olup sakince cevapladım.
‘’Saçlarını boyuyorsun demek. Hayal kırıklığına uğra istemem ama gölgeler siyahtır.’’ Çocuk ses etmeden elimden tutup sürükledi. Garip bir şekilde karşı koyamadım. Binalar arasında tek düze kalmış lambalardan birçok yönden lambaların aydınlattığı meydana sürükledi en son. Gülümseyerek yüzüme baktı. İşaret parmağı yeri gösteriyordu. Algımın tekdüzeliği karşısında dehşete düştüm. Farklı yönlerden ışık alan gölgeler daha çok açık gri bir haldeydi. Bütün insanlar aptal önyargılarla ve kalıplarla hareket eder bu normal bir şey. Asıl dehşete düşüren gölgelerden birinin saçının renginin sarı olmasıydı.Kekeme bir ses tonuyla ‘’ Şşimdi bububu bunu sen mi yaptın?’’. Bu sefer alaycı bir gülümseme oturdu yüzüne. ‘’Güzel olmuş mu?’’ Cevap vermekte zorlandım. Bağırdım, ‘’ŞİMDİ BUNUN GERÇEK OLDUĞUNA MI İNANMAMI BEKLİYORSUN!’’. Ağlamaya başladı. Gölgeler de ağlarmış yere çöküp dizleri üstüne kapandı, hepsi beraber ağlamaya başladı. Sinirimi yenip sakince ben de eğildim. Bu sefer şefkatli bir ses tonuyla, ‘’Ne yani canlı mı şimdi bunlar da?’’ ‘’Evet’’ dedi. ‘’Peki hepsi mi canlı?’’ ‘’Hepsi tabii ya’’ kelimelerini tamamlamaya çalışırken bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu. Suyuna gittim ‘’Peki bunlar da senin gibi oyun oynuyor mu?’’ bakmadı bu sefer yüzüme, iç çekerek ‘’Hı hıı’’. Gaflet anıma geldi sormuş bulundum. ‘’Bunlar da insanlar ölünce mi ölür peki?’’. O zaman kaldırdı şeytani bir ciddiyetle başını. Oyun çantasından bir silah çıkarıp bana doğrultuyor. Hareket etmeme fırsat vermeden tereddütsüz bir hırsla düşünmeden çekti tetiği;
 ‘’BAMM!!’’.

 Cam kırığı sesleri, azalan ışık kümesi ve kızın sırt kısmındaki gölgelerden birinin yok olması eşliğinde nefes nefese uyandım. Dilim damağım kurumuş bir şekilde uyanırım hep. Suyumu içip tuvalete gittim. ‘’Bu bir rüya!’’ diye haykırıyorum içimden. Ses etmesin diye ‘’pis suyu’’ tuvalet taşının kenarına denk getirirken olayın bir anda beynime dank etmesiyle suyun akışının taşın dışına taşımayı başardım. Titreyen ellerimle alelacele rehberden Selim’i aradım. ‘’Selim gölgem yok!’’. Ses tonu uykulu ‘’Ne diyon lan sen’’. ‘’Lan oğlum gölgem yok gölgem!’’ bağırıyorum tuvalet yankılanıyor. ‘’Oğlum bu saatte manyak mısın sen? Gölgesi yokmuş. Dıt dıt dıt dııt’’ ‘’SİKTİR GİT SELİM SİKTİR GİİT!!’’ anlık öfkeyle telefonu yere çarptım. Evin bütün ışıklarını yaktım. Ellerimi bir korkuluk gibi sallandırdım, şekilden şekle girdim ama yok! Önümden bir sinek kaygısız bir yumuşaklıkla yanımdaki ayakkabı dolabına kondu. Minicik gölgesi önüne doğru serilmişti bile. Sinirlendim olanca gücümle dolabı yumrukladım. Defalarca! Daha da hiddetlenip sokağa attım kendimi. Bütün sokak lambalarının önünde çılgınlar gibi tepindim nafile. Koşmaya başladım. ‘’Şşşt!’’ Keskin bir komutmuş gibi sesi duyar duymaz durdum. Şarapçı. ‘’Paran var mı?’’. ‘’Gölgem yok!’’. ‘’İki şarap al gel.’’ Adam takmamıştı derdimi. Arsız davetini rahatlamak için bir vesile sayıp dediğini yaptım. ‘’Ne demiştin sen?’’. ‘’Gölgem yok!’’ GÖLGEYLE İLGİLİ TÜM CÜMLELERİM AGRESİF! ‘’Ölmüştür.’’ Dedi. O kadar kaygısızdı ki söylerken. ‘’Ben ölmeden ölemez!’’ iyice çıldırdım. Şişe o kadar hızlı bitiyor ki bi yandan. Gidip yeni bir şişe daha aldım. Bir yandan da gölgemin yokluğunu test ettim tekrar ve tekrar. Sığındığımız alana ışık vurmadığından deliliğimi defalarca sınayamıyorum. ‘’Ölürler.’’ Dedi. ‘’Gerçek hayata maruz kaldıkça insanın ilk hayalleri ölür, hayallerinin ölümü yaşama sevincini, yaşama sevinci gündelik zevkleri, gündelik zevkler mutluluğu, mutluluklar sevme yetisini, sevme yetisi de sevdiğin kadını öldürür. Acılı, sert ve yavaş bir biçimde ölür. Her saniyesi ızdırap bir ölüm, gerçekten seviyorsa tabii. Bu her ölümde daha da kararan bir gölge vardır. Adamın gölgesi… Neden kararır bilir misin? Yaşlanır her ölümle. O kadınla ölür işte gölge de. Dayanamaz, verir canını öylece aynı ızdırapla. Neden gölge ölür bilir misin peki?’’ aklım almıyor ama dinlemekten de kendimi alamıyorum. Etkisi altına girdim. ‘’Kadın can-ı yürekten istese de öl diyemez kendini öldüren adama. Kıyamaz da o beş para etmez hergeleye, canını yakan son noktada söyler o sözü ‘Gölgeni bile görmek istemiyorum.’ O an adam dayanır bir şekilde de gölge dayanamaz üstüne alınır. Böylece ölür işte gölge de.’’ Şişemi aldım hışımla. Küfürler savurarak evin yolunu tuttum. Uzaklaşırken arkamdan gülüyordu  bir de şerefsiz. Eve girene kadar bunların yarın geçecek bir kabus olduğunu varsaydım. Hiçbir ışığı açmadan balkona yöneldim. Şişe bitene kadar aralıksız sigara içmeliyim! Ancak bu şekilde sakinleşirim. Başını yıldızlara yöneltip düşme hissine kapılmak daima rahatlatıyor bedenimi. Şişenin sonuna yaklaşmamla yıldızların çoğalması doğru orantılı olarak artmaya devam etti. Sigaramı balkondan fırlattım. Düşüşünü seyrederken aşağıda küçük bir kız çocuğunun olduğunu gördüm. Sarhoşluğum kesildi bir anda. Dehşete kapıldım. Ailesinin de duymasını umut ederek bağırdım. 
    
      ’Çocuk!’’ Yüksek sesle haykırdım. Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla balkondan inip yanına yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap vermeden gülümseyip işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını yeni fark ettim..
.
.
.
‘’BAMM!!’’
               

15 Mayıs 2015 Cuma

CUMARTESİ SABAHI

               Bu cumartesi de hevesle kalktım. Uykudan uyanınca pek fark etmiyor insan gündelik zayiatı. Duvarla yüz yüze kaldık uzunca bir müddet. Önceden ses ederdi, şimdi gıkı çıkmıyor keratanın. Bir miktar tencere tıngırtısı, varsa iki tutam şen kahkaha, dile pelesenk olmuş birkaç hoş ezgi ve kedi miyavlamaları. O da haklı ne yapsın, malzeme eksik olunca elinden anca boş boş bakmak geliyor. Dayanamadım kalktım yataktan. Aktif kullanmadığımız balkona yöneldim. Kedi kumu ve mamasının yanına ölü gibi uzanmış Şerafettin. Vakit geçer diye sataşmak istedim. Kafasını kaldırdı, ters ters baktı ve umursamaz tavırla geri yattı. Zamanın kedileri de insan gibi, işine gelmedi mi bozuk atıyor allahsız. Suyunu tazeledim ben de muhatap olmadım. Hiç bozmadım biliyor musun ritüelimizi. Gram istemesem de anahtarlarımı aldım çıktım dışarı. Bahar gelmiş ruzgar soguk çarpmıyor artık insanın yüzüne. Açmıyor insanın uykusunu ulu orta. Yüzümü yıkamıyorsun diye kızardın ya hep, dışarı çıkınca ayılırım derdim. Yüzümü de yıkamam gerekecek artık, sıcak rüzgar okşadıkça uykusu geliyor insanın. Kafama gelen ufak taşla açıldı uykum. Biliyorsun Çetin’i, arkadaşlarının taktığı lakap kadar var hani; ‘’Piç Çetin’’. Kalem tutmayı öğrenmeden taş atmayı öğrenmiş hergele. Hiddetle döndüm ardımı, onu görünce yumuşadım. En az serserilikleri kadar da tatlı eşek sıpası. Ne yapıyorsun lan bu saatte sokakta? dedim. Mahalledeki arkadaşlarının uyanmasını bekliyormuş. Aşağı mahalledeki ihtiyarın bahçeden erik çalacaklarmış. Öğlene kadar uyanamıyor moruk, erkenden malı toplamak lazım diyor. Beş yaşında nasıl da kapmış genç yaş argosunu. Elebaşılık yapıyor mahallede. Ama çocuk neticede, elimdeki bozuk paraları vermekle kandırıp yakaladım. Elmacık kemiğinden sağlam bir ısırık alıp saldım geri. Küfür etti bağırarak. Birkaç adım attım. ‘’Lan!’’ diye bağırdı. Yine ‘’Bırak Leyla’nın peşini yoksa sonun fena olacak!’’ dedi. Dönüp ardımı gülmedim bu sefer. Ardından ekledi, büyüdüğünde seni alacakmış. Bu söze ufaktan gülümsemeden edemedim.
               Sokak senin sesini çınlattı yol boyu. Köşedeki ipçi Neriman abla kesti önümü. Seni sordu, bayağıdır uğramıyor yeni modeller geldi durumu sıkışıksa veresiye hesap açarım dedi sen yabancı değilmişsin. Soğutmasın arayı diyor. ‘’Söylerim abla’’ dedim. Ben de göremiyorum diyemedim. Saçma değil mi? Yani olan olmuşsa söylemek gerekir öyle pat diye. Ne bileyim gelmedi içimden. Fırına gittim simit almaya, her zaman saatinde çıkan simiti bugün geciktirmişler. Rıfat abi ‘’Otur çayımı iç on dakikaya çıkar’’ dedi. ‘’Yok abi iki zeytinli poğaça ver bugünlük de böyle olsun’’ dedim. Burada olsan alay edersin biliyorum. Gittiğinden beri o kadar yadırgamıyorum poğaçayı. Gerçi şu aralar ne yesem ya saman ya plastik gibi. Dönerken Ayşe teyze ses etti, hal hatır sordu. Bahçedeki fidanları buduyormuş. Abla bu saatte bahçeyle mi uğraşılır dedim. Sabah namazından sonra uyuyamıyormuş. Abla koparrma demeye kalmadan çıt çıt iki gülü koparıp elime tutuşturuverdi. Sana değil haa diye uzun uzadıya da tembihledi şen şakrak. Leyla kızıma götür dedi. Kulağıma yaklaşıp fısıldadı. Biliyorum sevmez dalından koparılan çiçekleri. ‘’Buduyormuş daha güzelleri çıkacakmış dersin’’ dedi. Ses edemedim iki kere yutkundum, peki abla sağ ol dedim. Bu aralar bayağı semeleştin hayırdır yavrum? dedi. Havalardandır abla dedim. Döndüm telefondan anlamına baktım; ‘’ahmak’’ demekmiş. Ses etmedim neticede kadın da haklı. Apartmanın önünde Piç Çetin’i gördüm yine. Mahalle çocuklarını toplamış taktik veriyordu. Çetin diye seslendim. Ne var lan? dedi. Harçlık ister misin iş var dedim. Çocuklara bir şeyler söyleyip yanıma geldi. Yine kandırıyorsam bir daha apartmandan çıkamazmışım taşa tutarlarmış. Ona göre yüklü bir miktar para verdim, rutin gazeteleri almasını istedim. Parayı aldı, bir arkadaşını çağırdı, kulağına fısıldadı. Çocuk parayı kaptığı gibi koşmaya başladı. Bu yaşta taşeronluk yapıyor ilerde büyük adam olacak it.
               Yalnızlığa alışmanın en zor dönemeci kapı ziliyle anahtar deliği arasından geçiyor. Yine zile gitti elim bi dal çalmış bulundum. Anahtar kullanmaya yabancı parmaklarım iki üç duraksamada açabildi kapıyı. Kahve suyu ısınıp kahvaltılıklar masaya dizilene dek çocuk gazeteleri getirdi. Saatleri bulan kahvaltılarımızın ilhamı gelir diye tüm masayı donattım. Gelmedi işte, sen de gelmedin, zil de çalmadı hiç. Kahveyi yudumlayıp sigarayı yaktım. Şerafettin bacağımda mırıldanıyor. Kesin bir şey istiyor şerefsiz. Bu sefer de ben yüz vermedim, masayı da olduğu gibi bıraktım. Panjurları indirip yorganın altına girdim, başımı yastığın altına sakladım. Bu haftasonu da cumartesiyi yaşamakta zorlandım. Saat dönsün gün bitsin diye bekledim. Biliyorsun çaresiz kalıp ağlamaklı olduğumda hep yapardım. Kafamdan akanların hızlarının aksine zaman musluk ucundaki su damlası kadar hantaldı.
               Biliyorum şimdi söylesem belki anlamsız gelecek, mizaha yorarsan bol bol güleceksin yine de söylemek istedim. Benden yana yüz çevirdin, bana surat astın. İlletime dayanamayıp uzak mahallelere yelken açtın. Belki bu karar sana hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Ama Piç Çetin de aşıktı sana, onun da hayalleri vardı. Büyüyünce seni gelin beni şoförü yapacaktı.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

KİRALIK KATİL

Dünyanın yörüngesinin tersine seyretmesi ve insanoğlunun talihiyle barışamamasının temelinde iki temel düşünce yanlışı yatar. Normal insanların tamamının kötü olduğu algısı, engelli insanların tamamının iyi olduğu algısı. İkisi de saçmalık!
               İsmim yok. İlla tanımlanmam gerekiyorsa elin aşağı yukarı sallanması beni ifade ediyor. İşitme engelli bir insan azmanıyım! Önümde parlak bir gelecek yaratan talihsiz bir olay sonucu bırakın okuma yazma öğrenmeyi aynı kaderde olduğum insanlarla iletişim kuracak dili dahi öğrenme gereği duymadım. Yani en azından müşterilerim öyle biliyor. Neyse şimdilik gelmemi, gitmemi ve gündelik işlerimi yoluna koyacak kabaca işaretleri algılıyorum. Bir de fotoğraflar tabii. Gözü yaşlı fotoğraflar. Onlarcası tutuşturuldu elime, hepsinin dilinden çok iyi anlarım. Bir tanesini çok sevmiştim hatta. Görmemle öldürmem arasında geçen kısa zaman diliminde aşık olmuştum. Tek damla göz yaşını da o sabah döktüm.
               Kiralık katilim. Üyelerinin tamamının nitelikli olduğu bir suç şebekesinin elebaşıyım. İşitme ve konuşma engelim dışında vücudumun bütün bölümleri normal insan standartlarının üzerinde. Kadınlar tarafından uzun göz hapislerine maruz kalıyorum. İnsanoğlunun geneline bakış açımın aksine kendi bedenime önem veriyorum. Yunan tanrılarını kıskandıran bir vücudum, çoğu kişinin ağzını sulandıran yaşam standartlarım var. Bugünlere gelmem kolay olmadı.  Hayatımda bir şeylerin ters gittiğini çok geç farkettim. Üç yaşında çevremdeki çocukların çenelerinin benimkinden gözle görülür oranda fazla hareket ettiğini algıladım. Ve o çene hareketlerine herkesin yüzünü döndüğünü gördüm. Benim dışımda herkesin. Yeni tanıdığım bütün büyük insanlar başka çocuklardan ayrı olarak gözlerinde korku ve su birikintisiyle yaklaşıyordu. Hitap etmeyi öğrenmeden acıma duygusunu öğrendim. Ve bütün insanlarda o duyguyu yoğun bir şekilde tattım. Kendimi bildim bileli gözlerdeki o sulanmaya karşı öfke besledim. Okula gitmedim. Dokuz yaşımda kendimden iki yaş büyük olan ablamı bu acıma duygusuna katlanamadığım için bıçaklamak suretiyle öldürdüm. Gardıropun kapağını açtığımda içinde gözü yaşlı şekilde bana bakıyordu. Gittim mutfaktan bıçağı aldım. Durumu anlamasına fırsat vermeden tek celsede boğazına sapladım. Akan kanın ciddiyetini fark etmemle kendimi sokağa atmam bir oldu. Ertesi gün başka bir mahallenin bakkalından çaldığım gazetenin üçüncü sayfasında gördüm haberini. ‘’KARNESİNDE ZAYIF NOT BULUNAN İLKOKUL ÖĞRENCİSİ GARDIROBUNDA ÖLÜ OLARAK BULUNDU’’. Gazeteciler doğruları asla göremez. Olayları saptırıyorlar. Yani kim karnesinde zayıf olduğu için gardırobunda ağlar ki? O günden sonra da eve bir daha dönmedim. Sokaklarda engelimin verdiği acınma duygusunu kullanarak hayatta kaldım. Bir kahvecinin zoruyla bu gruba dahil oldum.
               Bir insanın mağduriyeti, acizliği yahut çaresizliği benim için bir şey ifade etmiyor. Fotoğraf alıyorum, yeri gösteriyorlar ve öldürüyorum. İletişimim insanlar açısından bundan ibaret olduğu için yüksek meblağlara rağmen tercih ediliyorum. Çalışma prensibim basit. İşimi temiz hallediyorum ve ardından bir hafta kafa izni. Aldığım canların etkisi ortamı terk edip temiz bir duş almamla rahatlıkla kayboluyor. Uzun yıllardır tek bir gözyaşı dökmedim. Genel itibariyle mutlu bile sayılırım. En azından mutsuz hissetmiyorum. Hissiz de denilebilir. Standart bir insan kadar duygu sahibi engelli kategorisinde değil üst düzey bir katil kategorisinde azılı bir cani kadar duygu yoksunuyum. Bir katili değerlendirirken insani özelliklerinden ziyade icraatlerinin değerlendirilmesi gerektiğine yürekten inansam da bir engellinin insanlığın görüp göreceği en büyük katil olarak tarihe geçmesine olan arzum içimde dengesi bozulmayan büyük bir çelişkiye sürüklüyor. Bu pislik arzuyla güdüleniyorum ve elimde tuttuğum caniliğin bayrağını zirveye dikmeme ramak kaldı. Hedefime ulaşmam pahasına bütün insani arzu ve duygularımı zihnimdeki büyük demir kapılara kilitledim. Yine de ölmeden bütün hayat hikayemi ve icraatlerimi bir insana kelimelerle anlatmak isterim. Gözlerindeki korkuya bağlı büyümeyi görmeyi ve nesiller boyu anlatılan azılı bir kabus olabilmeyi… Ölümümün ardından insanlığın karanlık müzesi olması adına fotoğraflardan bir müze hazırladım.
               Bütün dengemi altüst eden o kişiyi göreli 2 hafta oldu. Zihnimin bütün kilitlerini çözen, duygularımı beynimin içinde dörtnala koşturan varlık! Her gün öğlen evden çıkışını ve akşam eve girişini gözetliyorum. Onu fark etmem yüzünden iki can hala boş yere oksijen tüketiyor. Bütün siparişleri erteledim. Haftalar geçiyor, ben sürekli onu düşünüyorum. Sonunda onu kaçırmaya karar kıldım. Paydos zilinin çalmasıyla herkes koşuşturmak suretiyle mekanı terk ediyordu. Hava kararmıştı. Birazdan ara sokaktan yanından geçecek. Yürürken küçük, narin elleriyle yerdeki çöpü aldı yürümeye devam etti. Evine ulaştıracak servisi az ötede. Yaptığı temizlik faaliyetinin verdiği öz güvenle kendinden emin yürüyor. Çöpü atmak için ara sokağa doğrulmasıyla bayılması bir oldu. Çöpün kenarında yatırdım, ortalık sakinleşince aceleyle arabama götürdüm. Fazla yer kaplayan bir yapısı yoktu, fakat kendimi riske attım. Garaja saklanıp gece olmasını bekledim. Bu süreçte onu defalarca bayıltmam gerekti. Gece 3 civarı evime çıkardım ve gardıropa kitledim.
               Bütün dengemi bozan o olay saatinde perdeleri kapatıp gardıropu açtım. Ağlamaktan şişmin gözleri ve çaresizliğiyle aynı ona benziyordu. Bazı olaylar da kişiler gibi çift yaratılmıştır. Bir anda dokuz yaşıma döndüm. İlk defa bir insana kendimi anlatmak için muazzam bir çaba sarf ediyordum. Ağzımı olabildiğince açıp kapatıyordum. Nasıl göründüğü ve başarılı olup olmadığı mümkün değil. ‘’Beni siz yarattınız, ben yok ediyorum!’’, ‘’Beni diğerlerinden neden ayırdınız?!’’, ‘’Ben de sizler gibiyim, sizler kadar kötü, hatta en kötüsüyüm!’’, ‘’Ben insanlığın ve kötülüğün en büyük patronuyum! Bu vahşet hepimizin!’’. Beni anladığına emin değilim fakat çabaladıkça gözlerindeki korku büyüyor ve gözyaşları hiddetle akmaya devam ediyor. Uzun yılların ardından ben de ağlıyorum. Dokuz yaşında yapamadığım şekilde beraber ağladık. Kısık sesle bağır çağır ağlıyoruz! Kan damarlarımda tekrar hızlı akmaya başladı. Bilincimi kaybettim. Gözü yaşlı şekilde fotoğrafını çekip makineyi kapının önüne koydum. Bıçağı getirip dokuz yaşında yaptığım şekilde ufak kız çocuğunun canını oracıkta alıverdim. Pencereyi araladım, odanın kapısını açtım. Akan kana aldırmadan yamacına oturdum. Ağlıyordum; sessiz, bağır çağır ağlıyorum. Beklediğim esintinin gelmesiyle elimde hazırda bulundurduğum neşteri can damarıma sürmem bir oldu. Göz yaşlarım kanımdan hızlı akıyordu. Bütün vücudumu saran o sıvı esintinin verdiği rahatlamayla beni derin bir uykuya sürüklüyordu. Kapının kırıldığını hava sirkülasyonuyla duyardı bir işitme engelli. Sesi duymasa da kapıdan odaya ulaşma süresini tahmin edebilir. Bağırmaya başladım, anlamsız sesler çıkarmış olmam muhtemel. O soğuk bedene sarılarak bağırıyor, bir yandan da ağlıyordum.
               ‘’BAK BEN DE SİZLER GİBİ OLDUM. SAĞLAM VÜCUTLU, ZENGİN VE SAYGI GÖREN BİR İNSANIM. SİZİN KADAR KÖTÜ, SİZİN KADAR İYİ, SİZİN KADAR DEĞİŞKEN VE SİZDEN DAHA CANİ! ANLATAMADIM, KELİMELERİ KULLANAMADIM, O KUTUYA KULAK KESİLİP EĞLENİŞİNİZİ ANLAYAMADIM. ONUN DIŞINDAKİ HER ŞEYİ SİZDEN DAHA İYİ YAPTIM. KÖTÜLÜĞÜ DE! AMA BU KORKUNÇ KARİYERİ TEK BİR HARFLE OLSUN ANLATAMADIM! SİZE BİR ÇOK FOTOĞRAFTAN OLUŞAN BİR CİNAYET MÜZESİ VE TÜYLER ÜRPERTEN KÖTÜ VAKALAR BIRAKTIM. HEPİMİZ KÖTÜYÜZ, VE HEPİMİZ İYİ. HEPİMİZ ŞEYTAN VE MELEĞİ İÇİMİZDE TAŞIYORUZ. BEN O MELEĞİ DE ÖLDÜRDÜM!’’
               Gözlerim kapanmak üzere kapıda birçok polis belirdi, küçük kız çocuğuna şefkatle sarıldım. Nefes alış verişim yavaşladı ve sonunda kesildi. Son birkaç nefesle kulağına fısıldadım:
               ‘’Üzülme ablacım, ağlama da. Baksana ben de senin gibi normal bir insan oldum…’’

12 Mayıs 2015 Salı

KADRAJ


               Kaç derecede saklanırsa bozulmazdı anılar? Kaç poşetle sarmalayıp saklarsan koku yapmazdı? Kendi soğukluğu yeter miydi kendini muhafaza etmek için? İçi ısıtan anılar daha çabuk mu bozulurdu oda sıcaklığında? Bozulunca daha değişik mi hatırlanırdı? Yoksa silikleşir, siyah kör noktalar mı oluşurdu? Hani kati suretle ardındakini hatırlayamadığın siyah kör noktalar…
               En az organik ürünler kadar anıların muhafaza edilişi de mühim ve sistemlidir. Birinci ve en önemli koşuludur gruplandırma yapmak. Gülümsetenler ve esefe sürükleyenler… İyi olanlar fotoğraf kağıdına, kötülerse bilinçaltına tab edilir. Foto muhabiri değilseniz eğer üzgünken birinin fotoğrafını çekmek genelde mümkün değildir. En doğal fotoğraf potansiyeli olan bu anlarda fotoğraf çekmekten daha mühim vazifeler vardır. Avutmak, sakinleştirmek ya da unutturmak gibi. Ayrıca son derece insani bu durumların hatırlanmasına da lüzum yoktur. Her bir mutlu an itinayla defalarca çekilirken, kötü anlar gizli saklı yaşanır ve orada biter. Bitmesi gerekir. Bu düşüncelere kapılmamın üzerinden elli yedi yıl geçti. Ve bu mentaliteyle çektiğim ilk fotoğrafın üzerinden…
               Kendimi fotoğrafçı olarak tabir etmesem de uzun yıllardır fotoğraf çekiyorum. Geçen hafta itibariyle bıraktım. Üç yıl önce bırakmam gerekiyordu normal şartlarda. Ellerim ayaklarım yeteri kadar tutmuyor artık. Vücudun beyne hükmettiği zamanları çoktan aştım. Beynim ellerim ve ayaklarımın arzularına cevap veremediğine karar verdi. Birçok fotoğrafım titrek bir esinti gibi bulanık çıkıyor artık. Zaten üç yıldır da pek çıkmıyorum fotoğraf çekimlerine. Onun ölümüyle karar verdim bu amansız alışkanlığımı sonsuza kadar bırakmaya. Cenazesinde…


               Yirmili yaşlarda babamdan yadigar zenit marka fotoğraf makinesiyle başladım fotoğraf çekmeye. Genelde mahallelinin iki dirhem bir çekirdek aile fotoğraflarını, vesikalıklarını; askerlik, düğün gibi önemli olayları ölümsüzleştirirdim. Rica minnet üzerine başladım desem yeridir. ‘’Selim sana zahmet’’, ‘’Selim lütfen’’, ‘’Selim ellerin dert görmesin’’, ‘’sen olmasan napardık be Selim’’. Cebime sıkıştırılan harçlıklara ve iltifatlara ortaktı cevabım ‘’Eyvallah x abi… Ne demek.. Sağ olasın…’’ ve tek cümle üzerine kuruluydu tüm yapı ‘’Gülümseyin çekiyorum.’’
               O zamanlarda tanışmıştım Nilüfer’le. Sürekli kavga ederdik. Tartışmalarımız yüksek perdeden kelimelerle devam eder, kısık ağlamalarla sonlanırdı. En çok o zamanlarda severdim Nilüfer’i. Gözyaşları ekseninde kızarmış yanakları, sulanmış gözlerinin pastan arınmasının parıltısı ve kaş uçlarının çaresizlik içinde üst noktada kavuşma çabaları. O anlardan birinde karar verdim mutsuzluğun fotoğraflarını çekmeye. Kısık ağlamalarının birinde fotoğraf makinesini odadan kaptığım gibi getirdim. Adını seslendiğimde bakmasıyla düğmeye basmam bir oldu. Kısık ağlamaların yerini yüksek perde hakaretler aldı. ‘’Selim! Sen hastalıklı bir adamsın!’’ kapıyı çekti ve gitti. Bir daha da dönmedi hiç. Yıllarca konuşmaya çalıştım. Annesinin evinden dışarı adım atmaz oldu. Soyadını değiştirmek ya da boşanmak için dahi iletişim kurmadı. Ben de trajikomik bu ayrılışın buhranını bir an olsun üzerimden atmadım. Birkaç ay kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Doğallığını, mutsuzluğumu bozmadan. Kendimi toparlayıp dışarı adım attığımda cadde cadde sokak sokak mutsuz insanlar aradım. Köyleri gezdim, cenaze kapılarında bekledim. İçimden hep o tek cümleyi tekrarlıyordum: ‘’Gülümseme, çekiyorum!’’
               Bütün evi iki kat saracak fotoğraflar edindim. Mutsuz, gözüyaşlı, sinirli, bitkin binlerce insan. Nilüfer’in ailesinin tek tek yok oluşunu kronolojik sıraladım komidinin üzerinde. Hepsinde o aynı ağlamanın güzelliği, o çaresizliğin… Beş senedir kimsesi yoktu. Yine de bir gram ısınmadı bana karşı. Bense bir adım dahi uzaklaşmamıştım sevdasından. Yeni yetme bir evlat geldi bir gün kapıma. ‘’Selim amca Nilüfer teyze sizlere ömür.’’ Makinemi aldığım gibi nefes nefese evine gittim koltuk altımda yıllaar önce gitmeden önceki son hüznünü çektiğim fotoğrafla. Tabut etrafında insanlar yığılıydı. Hepsi hürmet eder sağ olsun bana yer açtılar. Gözyaşlarıyla karışan dedikodular odada uğultu oluşturuyordu. ‘’Çıkın dışarı!’’  diye bağırdım. Sessizlik bıçak gibi kesti kalabalık uğultuları. Tekrar ettim ‘’ Çıkın dışarı!’’. Yaşın belli bir seviyenin üstündeyse yaptığın davranışların saçmalığı yeterince sorgulanmaz. Boyun eğdi her biri hızlı adımlarla odayı terk etti. Baş başaydım sevdiğim tek kadının nihayete ermiş bedeniyle. Tabutu andırmıyordu kendini. Koltukaltımdaki ağlayan fotoğrafını koydum baş ucuna. Yaş ile duygusallık doğru orantılıdır. Kısık kısık ağlamaları onun yerine ben yaptım bu sefer. Tek kelime etmedim. Duymayacağından değil, söyleyecek tek harfim kalmadığından. Muazzam derecede bulanık çıkacağımıza emin olduğum son fotoğrafı çekmek üzere o ilk makinemi hazır hale getirdim. Makineyi yukarı kaldırırken bana ihanet eden kollarımı merhumun yanında iyice hissetmemle göz kaslarımın kendini salıp gözyaşlarını serbest bırakması bir oldu. Son gücümle kollarımı yukarı kaldırıp makineyi kendime ve ardımdaki tabuta doğrulttum. Son bir kez ardıma dönüp gözü yaşlı fotoğrafa göz yaşlarıyla yavaşça fısıldadım.
              
                         ‘’Seni hala ilk günkü kadar seviyorum benim huysuz ve bahtsız kadınım.

Hiç üzülme, çekiyorum…’’