Kaç
derecede saklanırsa bozulmazdı anılar? Kaç poşetle sarmalayıp saklarsan koku
yapmazdı? Kendi soğukluğu yeter miydi kendini muhafaza etmek için? İçi ısıtan
anılar daha çabuk mu bozulurdu oda sıcaklığında? Bozulunca daha değişik mi
hatırlanırdı? Yoksa silikleşir, siyah kör noktalar mı oluşurdu? Hani kati
suretle ardındakini hatırlayamadığın siyah kör noktalar…
En
az organik ürünler kadar anıların muhafaza edilişi de mühim ve sistemlidir.
Birinci ve en önemli koşuludur gruplandırma yapmak. Gülümsetenler ve esefe
sürükleyenler… İyi olanlar fotoğraf kağıdına, kötülerse bilinçaltına tab
edilir. Foto muhabiri değilseniz eğer üzgünken birinin fotoğrafını çekmek genelde
mümkün değildir. En doğal fotoğraf potansiyeli olan bu anlarda fotoğraf
çekmekten daha mühim vazifeler vardır. Avutmak, sakinleştirmek ya da unutturmak
gibi. Ayrıca son derece insani bu durumların hatırlanmasına da lüzum yoktur. Her
bir mutlu an itinayla defalarca çekilirken, kötü anlar gizli saklı yaşanır ve
orada biter. Bitmesi gerekir. Bu düşüncelere kapılmamın üzerinden elli yedi yıl
geçti. Ve bu mentaliteyle çektiğim ilk fotoğrafın üzerinden…
Kendimi
fotoğrafçı olarak tabir etmesem de uzun yıllardır fotoğraf çekiyorum. Geçen hafta
itibariyle bıraktım. Üç yıl önce bırakmam gerekiyordu normal şartlarda. Ellerim
ayaklarım yeteri kadar tutmuyor artık. Vücudun beyne hükmettiği zamanları
çoktan aştım. Beynim ellerim ve ayaklarımın arzularına cevap veremediğine karar
verdi. Birçok fotoğrafım titrek bir esinti gibi bulanık çıkıyor artık. Zaten üç
yıldır da pek çıkmıyorum fotoğraf çekimlerine. Onun ölümüyle karar verdim bu
amansız alışkanlığımı sonsuza kadar bırakmaya. Cenazesinde…
Yirmili
yaşlarda babamdan yadigar zenit marka fotoğraf makinesiyle başladım fotoğraf
çekmeye. Genelde mahallelinin iki dirhem bir çekirdek aile fotoğraflarını,
vesikalıklarını; askerlik, düğün gibi önemli olayları ölümsüzleştirirdim. Rica minnet
üzerine başladım desem yeridir. ‘’Selim sana zahmet’’, ‘’Selim lütfen’’, ‘’Selim
ellerin dert görmesin’’, ‘’sen olmasan napardık be Selim’’. Cebime sıkıştırılan
harçlıklara ve iltifatlara ortaktı cevabım ‘’Eyvallah x abi… Ne demek.. Sağ
olasın…’’ ve tek cümle üzerine kuruluydu tüm yapı ‘’Gülümseyin çekiyorum.’’
O
zamanlarda tanışmıştım Nilüfer’le. Sürekli kavga ederdik. Tartışmalarımız yüksek
perdeden kelimelerle devam eder, kısık ağlamalarla sonlanırdı. En çok o
zamanlarda severdim Nilüfer’i. Gözyaşları ekseninde kızarmış yanakları,
sulanmış gözlerinin pastan arınmasının parıltısı ve kaş uçlarının çaresizlik
içinde üst noktada kavuşma çabaları. O anlardan birinde karar verdim
mutsuzluğun fotoğraflarını çekmeye. Kısık ağlamalarının birinde fotoğraf
makinesini odadan kaptığım gibi getirdim. Adını seslendiğimde bakmasıyla
düğmeye basmam bir oldu. Kısık ağlamaların yerini yüksek perde hakaretler aldı.
‘’Selim! Sen hastalıklı bir adamsın!’’ kapıyı çekti ve gitti. Bir daha da
dönmedi hiç. Yıllarca konuşmaya çalıştım. Annesinin evinden dışarı adım atmaz
oldu. Soyadını değiştirmek ya da boşanmak için dahi iletişim kurmadı. Ben de
trajikomik bu ayrılışın buhranını bir an olsun üzerimden atmadım. Birkaç ay
kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Doğallığını, mutsuzluğumu bozmadan. Kendimi
toparlayıp dışarı adım attığımda cadde cadde sokak sokak mutsuz insanlar
aradım. Köyleri gezdim, cenaze kapılarında bekledim. İçimden hep o tek cümleyi
tekrarlıyordum: ‘’Gülümseme, çekiyorum!’’
Bütün
evi iki kat saracak fotoğraflar edindim. Mutsuz, gözüyaşlı, sinirli, bitkin
binlerce insan. Nilüfer’in ailesinin tek tek yok oluşunu kronolojik sıraladım
komidinin üzerinde. Hepsinde o aynı ağlamanın güzelliği, o çaresizliğin… Beş
senedir kimsesi yoktu. Yine de bir gram ısınmadı bana karşı. Bense bir adım
dahi uzaklaşmamıştım sevdasından. Yeni yetme bir evlat geldi bir gün kapıma. ‘’Selim
amca Nilüfer teyze sizlere ömür.’’ Makinemi aldığım gibi nefes nefese evine
gittim koltuk altımda yıllaar önce gitmeden önceki son hüznünü çektiğim
fotoğrafla. Tabut etrafında insanlar yığılıydı. Hepsi hürmet eder sağ olsun
bana yer açtılar. Gözyaşlarıyla karışan dedikodular odada uğultu oluşturuyordu.
‘’Çıkın dışarı!’’ diye bağırdım. Sessizlik
bıçak gibi kesti kalabalık uğultuları. Tekrar ettim ‘’ Çıkın dışarı!’’. Yaşın
belli bir seviyenin üstündeyse yaptığın davranışların saçmalığı yeterince
sorgulanmaz. Boyun eğdi her biri hızlı adımlarla odayı terk etti. Baş başaydım
sevdiğim tek kadının nihayete ermiş bedeniyle. Tabutu andırmıyordu kendini. Koltukaltımdaki
ağlayan fotoğrafını koydum baş ucuna. Yaş ile duygusallık doğru orantılıdır. Kısık
kısık ağlamaları onun yerine ben yaptım bu sefer. Tek kelime etmedim. Duymayacağından
değil, söyleyecek tek harfim kalmadığından. Muazzam derecede bulanık
çıkacağımıza emin olduğum son fotoğrafı çekmek üzere o ilk makinemi hazır hale
getirdim. Makineyi yukarı kaldırırken bana ihanet eden kollarımı merhumun yanında
iyice hissetmemle göz kaslarımın kendini salıp gözyaşlarını serbest bırakması
bir oldu. Son gücümle kollarımı yukarı kaldırıp makineyi kendime ve ardımdaki
tabuta doğrulttum. Son bir kez ardıma dönüp gözü yaşlı fotoğrafa göz yaşlarıyla
yavaşça fısıldadım.
‘’Seni
hala ilk günkü kadar seviyorum benim huysuz ve bahtsız kadınım.
Hiç üzülme, çekiyorum…’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder