12 Mayıs 2015 Salı

KADRAJ


               Kaç derecede saklanırsa bozulmazdı anılar? Kaç poşetle sarmalayıp saklarsan koku yapmazdı? Kendi soğukluğu yeter miydi kendini muhafaza etmek için? İçi ısıtan anılar daha çabuk mu bozulurdu oda sıcaklığında? Bozulunca daha değişik mi hatırlanırdı? Yoksa silikleşir, siyah kör noktalar mı oluşurdu? Hani kati suretle ardındakini hatırlayamadığın siyah kör noktalar…
               En az organik ürünler kadar anıların muhafaza edilişi de mühim ve sistemlidir. Birinci ve en önemli koşuludur gruplandırma yapmak. Gülümsetenler ve esefe sürükleyenler… İyi olanlar fotoğraf kağıdına, kötülerse bilinçaltına tab edilir. Foto muhabiri değilseniz eğer üzgünken birinin fotoğrafını çekmek genelde mümkün değildir. En doğal fotoğraf potansiyeli olan bu anlarda fotoğraf çekmekten daha mühim vazifeler vardır. Avutmak, sakinleştirmek ya da unutturmak gibi. Ayrıca son derece insani bu durumların hatırlanmasına da lüzum yoktur. Her bir mutlu an itinayla defalarca çekilirken, kötü anlar gizli saklı yaşanır ve orada biter. Bitmesi gerekir. Bu düşüncelere kapılmamın üzerinden elli yedi yıl geçti. Ve bu mentaliteyle çektiğim ilk fotoğrafın üzerinden…
               Kendimi fotoğrafçı olarak tabir etmesem de uzun yıllardır fotoğraf çekiyorum. Geçen hafta itibariyle bıraktım. Üç yıl önce bırakmam gerekiyordu normal şartlarda. Ellerim ayaklarım yeteri kadar tutmuyor artık. Vücudun beyne hükmettiği zamanları çoktan aştım. Beynim ellerim ve ayaklarımın arzularına cevap veremediğine karar verdi. Birçok fotoğrafım titrek bir esinti gibi bulanık çıkıyor artık. Zaten üç yıldır da pek çıkmıyorum fotoğraf çekimlerine. Onun ölümüyle karar verdim bu amansız alışkanlığımı sonsuza kadar bırakmaya. Cenazesinde…


               Yirmili yaşlarda babamdan yadigar zenit marka fotoğraf makinesiyle başladım fotoğraf çekmeye. Genelde mahallelinin iki dirhem bir çekirdek aile fotoğraflarını, vesikalıklarını; askerlik, düğün gibi önemli olayları ölümsüzleştirirdim. Rica minnet üzerine başladım desem yeridir. ‘’Selim sana zahmet’’, ‘’Selim lütfen’’, ‘’Selim ellerin dert görmesin’’, ‘’sen olmasan napardık be Selim’’. Cebime sıkıştırılan harçlıklara ve iltifatlara ortaktı cevabım ‘’Eyvallah x abi… Ne demek.. Sağ olasın…’’ ve tek cümle üzerine kuruluydu tüm yapı ‘’Gülümseyin çekiyorum.’’
               O zamanlarda tanışmıştım Nilüfer’le. Sürekli kavga ederdik. Tartışmalarımız yüksek perdeden kelimelerle devam eder, kısık ağlamalarla sonlanırdı. En çok o zamanlarda severdim Nilüfer’i. Gözyaşları ekseninde kızarmış yanakları, sulanmış gözlerinin pastan arınmasının parıltısı ve kaş uçlarının çaresizlik içinde üst noktada kavuşma çabaları. O anlardan birinde karar verdim mutsuzluğun fotoğraflarını çekmeye. Kısık ağlamalarının birinde fotoğraf makinesini odadan kaptığım gibi getirdim. Adını seslendiğimde bakmasıyla düğmeye basmam bir oldu. Kısık ağlamaların yerini yüksek perde hakaretler aldı. ‘’Selim! Sen hastalıklı bir adamsın!’’ kapıyı çekti ve gitti. Bir daha da dönmedi hiç. Yıllarca konuşmaya çalıştım. Annesinin evinden dışarı adım atmaz oldu. Soyadını değiştirmek ya da boşanmak için dahi iletişim kurmadı. Ben de trajikomik bu ayrılışın buhranını bir an olsun üzerimden atmadım. Birkaç ay kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Doğallığını, mutsuzluğumu bozmadan. Kendimi toparlayıp dışarı adım attığımda cadde cadde sokak sokak mutsuz insanlar aradım. Köyleri gezdim, cenaze kapılarında bekledim. İçimden hep o tek cümleyi tekrarlıyordum: ‘’Gülümseme, çekiyorum!’’
               Bütün evi iki kat saracak fotoğraflar edindim. Mutsuz, gözüyaşlı, sinirli, bitkin binlerce insan. Nilüfer’in ailesinin tek tek yok oluşunu kronolojik sıraladım komidinin üzerinde. Hepsinde o aynı ağlamanın güzelliği, o çaresizliğin… Beş senedir kimsesi yoktu. Yine de bir gram ısınmadı bana karşı. Bense bir adım dahi uzaklaşmamıştım sevdasından. Yeni yetme bir evlat geldi bir gün kapıma. ‘’Selim amca Nilüfer teyze sizlere ömür.’’ Makinemi aldığım gibi nefes nefese evine gittim koltuk altımda yıllaar önce gitmeden önceki son hüznünü çektiğim fotoğrafla. Tabut etrafında insanlar yığılıydı. Hepsi hürmet eder sağ olsun bana yer açtılar. Gözyaşlarıyla karışan dedikodular odada uğultu oluşturuyordu. ‘’Çıkın dışarı!’’  diye bağırdım. Sessizlik bıçak gibi kesti kalabalık uğultuları. Tekrar ettim ‘’ Çıkın dışarı!’’. Yaşın belli bir seviyenin üstündeyse yaptığın davranışların saçmalığı yeterince sorgulanmaz. Boyun eğdi her biri hızlı adımlarla odayı terk etti. Baş başaydım sevdiğim tek kadının nihayete ermiş bedeniyle. Tabutu andırmıyordu kendini. Koltukaltımdaki ağlayan fotoğrafını koydum baş ucuna. Yaş ile duygusallık doğru orantılıdır. Kısık kısık ağlamaları onun yerine ben yaptım bu sefer. Tek kelime etmedim. Duymayacağından değil, söyleyecek tek harfim kalmadığından. Muazzam derecede bulanık çıkacağımıza emin olduğum son fotoğrafı çekmek üzere o ilk makinemi hazır hale getirdim. Makineyi yukarı kaldırırken bana ihanet eden kollarımı merhumun yanında iyice hissetmemle göz kaslarımın kendini salıp gözyaşlarını serbest bırakması bir oldu. Son gücümle kollarımı yukarı kaldırıp makineyi kendime ve ardımdaki tabuta doğrulttum. Son bir kez ardıma dönüp gözü yaşlı fotoğrafa göz yaşlarıyla yavaşça fısıldadım.
              
                         ‘’Seni hala ilk günkü kadar seviyorum benim huysuz ve bahtsız kadınım.

Hiç üzülme, çekiyorum…’’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder