18 Aralık 2014 Perşembe

KİM?


Ne zaman yetersiz geldi yeryüzü? Nasıl düştü insanoğlu birbirine? İlk nerede diş biledi insan insana? İlk kimi ikna etti akıllı mahluk başka bir beden üstünde planlar kurmaya? Nasıl ikna oldu daha az akıllı olan diğeri? Şeytan mı çeldi iki ayaklı hayvanın aklını? Sürüngen olmayan biriciğe mi kandı cehennem bekçisi? Görsel olmasa da var mıydı bir ağırlığı evrende şeytanın? Zihinde uçan kötülüklere konulan genel bir ad mıydı yoksa? Bir benim mi aklıma geliyor bu düşünceler? Yegane olan ben değilsem neden değişmiyor bazı şeyler?
Kim götürdü? Nasıl götürdü? Götüremediyse nereye sakladı kazandıklarını? Yeteceğini düşünüp huzurlu yaşamak uğruna hala kenara çekilmedi mi patron? Ülkeyi ölesiye yönetince razı oldu mu merhumdan bedeni? En son kim mutluluğu esas aldı peki? Kimdi o yaşamak için para kazanan şanslı son insan? Ne zaman sıyırmıştı en son bu koca at yarışı pistinden duyguların seni? Kime gülü vermiştin en son karşılıksız? Hangi yılda başlamıştın bütün insanların kötü olduğunu düşünmeye? Yeter mi dedi birisi? Yetmez ama evet diyip rutine koşturan kimdi?
Kim gezip görmek isteyecek her şeyden uzak ücra mekanları? Kim sevecek sanatı siyasete rağmen? Bunlar böyle benden bağımsız yaşasın diyerek kim soyutlayacak kendini bu cehennemden? Kim bir çocuğun gözlerine bakıp seni anlıyorum diyebilecek artık? Kim hissettirecek çocuğa anlaşıldığını? Bütün dünyayı bir kenara bırakıp, varını yoğunu kim koyacak ortaya, tozlarını dökmeden sevebilmek için kelebeğin kanatlarını? Gözlerinde cenneti görebilmek için, kim fısıldayacak kadının kulağına Nazım’ın mısralarını… 


25 Kasım 2014 Salı

KABUĞUNU KAYBEDEN KAPLUMBAĞA


                Zaman içinde oluşan hengamede, koşuşturmada ve olaylar dizisinde fark edemiyor insan olanları ve olacakları. Kafasında kısmen kurduğu hesaplar tutmuştu çocuğun. Görebildiği yere kadar… Peki ya sonra? Sonra şansı yaver gidip iş güç hanım çocuk hesaplarını erkenden vermeye girişebilenlerin meşguliyeti devam ederken 22’sinden sonrası çıkmaza girmiş boş zaman edinebilenler düşünmeye başladı. Yapacak şeyi kalmayan insanların sevdiği meşgaledir düşünmek. Herhangi bir ücret gerektirmez ve zaman tüketmek için güzel bir uğraştır. Düşüncelerimin bazı noktalara odaklanması bu zamandan sonra başladı. Okulu işini gücünü bitirip geldikleri yerlere dönen insanlar arasında fark ettim dönecek yerimin olmadığını. Başımızdan eksik olmasın baba ocağı var elbet. Büyüttüğün ağaç çıktığı saksıya yetmiyor fakat. Yaşam tarzın evin atmosferinden koşar adım uzaklaşmış. Mahalle eşin dostun çocukluğunun paydaşları bambaşka birer insan, birer yabancı. ‘’Nereye gidecektim lan ben?’’ karmaşasında arkanı dönüyorsun son geçici düzenin de bozulmuş. Birçok evin var çevrede, hangi kapıyı çalsan geri çevirmezler sığınmalık. Ama ne yaparsan yap ‘’işte bu lan benim evim’’ diyemiyorsun. Bu noktada başlıyor bütün karmaşa. Sonradan fark ediyorsun kendine özel bir yerinin olmadığını. Bir oda, bir yatak, çekilebileceğin bir kabuk olmadığını. Kabuğunu kaybetmiş kaplumbağa telaşında ve hantallığında düşüncelere dalarak başlar kabuğunu bulma macerası. Ağır aksak ilerler yol artık. Her bir gölge ‘’bu muydu lan kabuk dedikleri?’’ hissi uyandırırken düşüncelerin içselleşmesi ve bu durumun sürekli hal almasının acı bir sonu var tabii. Düşünürken yol alanlar gittiği yollara pek dikkat etmez -yolu düşünmüyorlarsa tabii-. Ve ardından gelen yalnızlık var. İç hesaplaşmayla meşgulken dış ilişkiler göz ardı edilir. Tabii teknoloji çağındayız eşrafta jargon da hızlı değişir. Aynı şeye güldüğün insanlar iç meşguliyetle farklı şeylere güler olmuşlardır. Artık kabuğunu kaybeden kaplumbağa kabuğunu düşünürken kabuğunu kaybeden diğer kaplumbağaları da kaybetmiştir. Bu kaos yeni meşguliyetler bulana dek devam edecektir. Hiçbir zaman kabuğunu bulamayacak bahsettiğim türdeki canlılar. Yalnızca türlü uğraşlarla kaybettiklerini unutacak. Pişman mıyım olanlardan tabii ki hayır. Yaşlanıp elden avuçtan düşünce düşünülenlerin hesabını peşinen ödüyorum. Kastettiğim savaş, yalnızlık ve kendini bulmak üzerine. Savaşın tek güzelliğidir yeniden daha organize yapılanma zorunluluğu.
 Kaybedilenler ve ayak uydurulamayanlar insanın kendi içine yolculuğu zorunlu kılar. İçe yolculukla yalnızlaşır insan ve yalnızlaştıkça içine yol alır. Paradigma halini alan bu yolculukta yol daima tek kişiliktir.
                                                      -Kabuğunuz sırtınızda mı? İyi düşünün!-    

                                                                                                         -26 Kasım 2014-


                

19 Kasım 2014 Çarşamba

BIRAK DÜNYA AYAKLARIMI DÜŞEYİM GÖKYÜZÜNE



Bırak dünya ayaklarımı düşeyim gökyüzüne. Yıllarca aldattın yüksekte olduğunu söyleyerek bakıyorum ben onlardan yüksekteyim. Verdim sırtımı öimenkere ve inceliyorum altımdaki yıldızları. Dertliyim sırf seni özgürce seyredebilmek uğruna dünyayı sırtladığım için. Düşmekten korkmuyorum o uçsuz bucaksız uçurumu görsem de defalarca. bırakmayacak beni dünya biliyorum,salıvermeyecek ayaklarımdan bırakmayacak o sonsuz uçuruma.çünkü bizler dünyanın yükünü üstümüzde taşımaya alışmışız ve bize garip bile gelmiyor artık bu hamallık.dünya kaybetmek ister mi hiç böyle sadık hamalları.zeki dünya alıştırmış bizi kendi safsatalarına.koymuş kendi kurallarını ve düşünme demiş.düşünmüyoruz da, ne öğretilmişse onu yapıyoruz. düzen kurulmuş aklını kullanana düzen bozucu denmiş oysa kim kimin düzenini bozuyor,bozulan düzeni kim kurdu bilen yok.herkesi yönlendirmişsin bir tarafa e onlar da alışmış sürekli aynı yöne gitmeye.insan öldürmeyi bile sıradan kılmışsın işine yarmayanları temizletmişsin.kimse düşünmesin diye insanlara bir sürü iş,güç, bela vermişsin.evet herkes birşeyler yaptığının farkında ama ne yaptığının farkında değil.doğrular yanlışlar koymuşsun ama kimin doğruları kimin yanlışları?yasaklar ve yasallar...neden yasak bunlar diye sordurmuyorsun bile.sınırlar koymuşsun yaklaşınca diyorlar dur geçemezsin.ee sen geçmişsin seninle benim aramdaki yaradılıştan ötürü gelen farklılık ne?diye sordurmayı bile unutturmuşsun.istiyorsan sen de buraya geç değil mi? herkesi sahiplenme hırsıyla bürümüşsün.eğer sen bizi kandırmamış olsaydın da biz hakiki sahip olsaydık öldükten sonra da onları da yanımızda götüremez miydik? bizim olsaydı götürürdük sanırım.sevmeyi bile kötü kılmışsın aklımıza.sevdiğin bir insan sırf sevdiğini söylediğin için yüzüne bakmıyor yapabiliyorsa yolunu değiştiriyor.ne yani bir insanla iletişim kurmak için nefret mi etmek lazım.aşk diye birşey söylemişsin herkes de yutmuş.inanıyor musunher insanın birbirini deli gibi sevdiğine.bir çift gelip de biz birbirimize ilk günden beri deliler gibi aşığız diyorsa ya 6milyarda biri yakalamışlardır ya da yalancıdır.sisteminde bazı şeyleri düşünmeyi engellemeye çalışmışsın.ben de sistem hatası olmalıyım.ben senin düzenine uymadım uyamamda haydi artık bırak beni de düşeyim gökyüzüne...







bu yazı saat 03.31 de can sıkıntısından yazılmıştır herangi birşey aramanızın lüzumu yoktur...


(26 Nisan 2009)

ÖLÜME DAİR...



ölmek cansız bedenin toprağa girmesi midir sadece?

hepimiz yüzlerce kişi öldürdük aslında.

bir ölünün cenazesine gidiniz.cansız bedene son bir defa bakınız.onu son kez göreceksiniz.olayları takip ediniz.beden toprağa yerleştirilir yanına bir tahta konduktan sonra oraya gelen herkes bir kaç kürek dolusu toprak serper ve küreği sıradakine verir.insan,onunla ilgili anılarını

alışkanlıklarını,hatıralarını,onu hatırlatacak her türlü şeyi serper bedenin üstüne.bir kişiye bırakılmaz asla bu iş.izin verilmez anılarının hepsini bedenin üstüne serilmesine.herkese belirli seviyede bir hatıra bırakılır gönlünde.bu bırakılan hatıraların bir kısmı eve gidene kadar harcanır.ertesi günlere anıla anıla tüketilir.bünye zamanla cansız bedenle ilgili anılarını sessiz sessiz dökmeye başlar ufak bir kum tanesi kalana kadar.zamanı gelince cansız beden ikinci bir kez gömülür.bu kez tek bir kum tanesiyle her zihindeki mezarlığa.arada bir o kum tanesini görsek de fazla çıkmaz karsımıza...

artık o beden bizim için vazifesini tamamlamıştır.ölüm sadece bu değildir aslında.bu sadece ölümün bir çeşididir.biz de öldürdük evet.çocukluğumdan bu yana birçok yerde birçok arkadaşım oldu.çeşitli yerlerde yaşadım çok insan tanıdım.belirli anılarım yaşamışlıklarım oldu onlarla.ama zaman geldi kendimizi yol ayrımında bulduk.yollar ayrılırken bünye cansız bedene gösterdiği cömertliği göstermez bu defa.bütün anılar yaşanmışlıklar bünyeyle birlikte götürülür sayısız kum tanesi olarak.ve karşıdakine veda edilir.akıl bu kum tanelerini yaşanmışlıklara göre sessiz sessiz dökmeye başlar yere.bir ölüm sessiz sessiz gerçekleşmektedir.anılar harcanmaya başlanır akıl tarafından.ta ki bir kum tanesi kalıncaya kadar.kişi akılda yine istem dışı olarak gömülmüştür bir kum tanesiyle.aradan yıllar yıllar geçer bazen o bir kum tanesi düşer gider,bazen bilinmeyen bir yerde kaybolur bazen de arada bir göze çarpar farkedilmeden geri kaybolur.ölüm dediğimizin aslı zihinde olur.bedenin ruhsuzlaşması sadece ölümü zorunlu kılar zihinlerde.evet biz öldürdük hem de sayısız defa...

cansız bedene mi ne oldu? hareket edemediğinden dolayı biz ona anılarımızı bıraktık toprak halinde.yaşadıklarımıza göre anıları tekrar yaşayacak yaptıklarına göre o toprak onu güldürecek ya da azap çektirecek...

(26 Şubat 2009)

1 Ağustos 2014 Cuma

EMRAH SERBES-DELİDUMAN ROMANI ÜZERİNE

(İYİLER İLK GÖRÜŞTE TANINMAZ)

Emrah Serbes’in son kitabı deli duman… Romanın ilgi çeken birçok unsuru mevcut olduğu için hangi noktasından başlamak gerektiğini benim de kestiremediğimi belirtmeliyim. Sanırım ilk bahsetmem gereken mevzu kitabı Gezi hadiseleri beklentisiyle okumanın yanlış olacağı üzerinedir.
                Karakter ve kitapla ilgili konuşmadan önce yazar hakkında konuşmak gerekir. Öyle ki tarzını sevdiğimin yazarı yine akıcı üslubuyla senenin nefretini kitap vasıtasıyla üzerinden atmış gözüküyor. En azından ben kitabı okurken kitap bitiminde yazarın stresinden arındığı izlenimine kapıldım. Kitaptaki mevzuyla uğraşmakla kalmayıp okuyucuya da bol bol sataşıyor, teşvik ediyor ve yönlendiriyor. Kötü manada değil tabii; adeta gidin görün, İnstagram’dan kullanıcı gerçekten var mı kontrol edin, Facebook’tan sorun soruşturun diyor. Tabii bu anlatım tarzı ister istemez samimiyeti de getiriyor. Tabii girizgah bunlar daha mevzuya geçmedim.

                Dediğim gibi Gezi olayları çerçevesinde okumaya heveslenmek yanlış olur bu kitabı. Kitabı özel kılan ilk nokta sıradan romanların aksine karakterler bakımından sürekli dumura uğramanızdır. Yani bir klasiği okurken yahut herhangi bir romanı, karakter yapısını kafanızda oturtursunuz ve ona göre karakter tutarlı bir çizgide devam eder. Kafanızda kurduğunuz karakter hayaline fazla müdahale etmez yazar. Örneğin çocukluk yıllarımdan hatırladığım Harry Potter’ın 4. Kitabında gözleri çekik bir kız karakter vardı. Filmini de izlememiş olmanın etkisiyle o karakter hala kafamda ilk canlandırdığım haliyle durur. Ya da Raskolnikov’u reklamlarda canlandırmasını gördüğümüzde kısmen ilk andan itibaren tahayyül ettiğimiz gibi çıkmıştı karşımıza. En azından kendi adıma bu şekildedir. Fakat kitabımızdaki karakterlere baktığımızda durum çok farklı. Nasıl hayal etmiştim de nasıl bir şey çıktı ortaya demeniz muhtemel.
                Akış sırasına göre karakterlere baktığımızda kız kardeşi kusursuz bir yaratık olarak tahayyül ediyorsunuz, şişman popüler olmayan bir tip olduğunu anlıyorsunuz; yan karakter mikrop bilge, fazla konuşmayan, iş bitirici, gıptayla bakılan bir tip izlenimi yaratırken bir anda ana karakter Çağlar’ı da ezik gösteren, baba döven garip bir karakter halini alıyor. Aşık olunan kıza gelirsek entelektüel, kültürlü, herkesçe sevilen tevazu sahibi bir karakter olarak başlıyor, bambaşka bir yapıda olduğu yine sonradan anlaşılıyor. Göklere çıkan bir karakterin yerin dibine kadar çakılmasını hayretle seyrediyorsunuz. Her bir karakterin yaşattığı ikilem kasıtlı ve güzel olmuş. Yanılgılarımızı Çağlar’ın gözünden, gerçekleri dış dünyadan alıyoruz çünkü bu kitapta. İnceden hayat eleştirimizi de alıyoruz anlayacağınız. İnsanların gözümüzde nasıl büyümüş ya da küçülmüş olabileceğini, kutsal bir yapıya yüceltilen bazı insanların aslında ne kadar vasat olabileceğini vuruyor yüzümüze. Yani bir gecede okuduğunuz kısımla hayalini kurup yatabileceğiniz karakter ertesi gün tiksindirebiliyor. -Aşık olduğumuz kadın dünyanın en kutsal varlığıdır şüphesiz ama yine de bir eşin dostun görüşünü almakta fayda var anlayacağınız. Ya da doğru yapıyorsunuz, her şeyi de siz bilirsiniz fakat bin bilsen de bir bilene danış sen- diyor kitap buram buram. (Ya da ben öyle algıladım)
                Ana karakter Çağlar. Yapısı ve anlatımı gereği babacan, ağır ağbi, sayılan sevilen bir karakter olarak canlanıyor kafanızda. 250. Sayfaya kadar falan da öyle devam ediyor. Karakterin kendi ağzından olayları aktarmasının kurbanı oluyoruz yine. Karakterin yapısı hakkında T.C. Senem göz kırpıyor, çadırdaki eylemciler vuruyor karaktere darbeyi. Kusursuz bir karakter yok anlayacağınız karşınızda, kendine çuvaldızı batırmayan sizden bizden biri. Aslında karakter olarak bizden olduğu da söylenemez. En azından bir çoğumuz için geçerli bir yargı. En azından bu kitapla bir kere daha hatırlayıp bir kere daha uygulayamadığım bir önyargı. Bu yanlışa hep düşüyoruz. Belli tiplere belli duygular ve davranışlar yüklüyoruz. Apaçiler lüzumsuz, gözlüklüler inek, kalıplılar babacan vs. kalıplaşmış yargılar dumura uğratıyor bizi bu kitapta yoksa yazan yazmış olağan durumu. Ana karakter Çağlar buram buram bağırıyor tiksinerek bakılan birçok insanın da derin duygular adamı olabileceğini, herkesin sevebileceğini, şefkat ve karakter sahibi olabileceğini. Karakterin fiziksel yapısını gizleyip karakterini anlatması, ardından gerçeklerin ortaya çıkması, insan analizinin içten dışa doğru şekillenmesi gerektiğini ortaya seriyor. Duygu önemli kardeşim diyor, sonra tipe bakarsın. Bu yargıyı kırmak ne denli mümkün, ne denli doğru varın siz düşünün.
                Tabi bir de sosyal medya gerçeği var ortada. Sosyal medyanın gücünü bir kez daha hatırlatıyor kitap. Ve bu gücün aciz bizler açısından kullanılma çabaları gözler önüne seriliyor. Yeni bir kuşağın kendini ifade etme ve kanıtlama çabalarını ortaya koyuyor. Etkileşimli iletişimin sanal mecrada tam oturmadığı bu dönemde bu alanın bu nesilce kullanım amaçları ve beklentilerini yansıtıyor. İlerleyen yıllarda rayına oturacak bu alanı kargaşa zamanında kullanan ara neslin küçük bir portresini çiziyor adeta. Bu açıdan dönemsel değerlendirilebilecek bir romandır gözümde.

                Bu yazıda romanla ilgili olayları ve karakterleri aktarmayı bekleyenler hayal kırıklığına uğramış olabilir. Onlara söyleyeceğim Emrah Serbes gene kaleminin hakkını vermiş. Takdirimi ve sevgimi kazanan bir kitabı daha ortaya koymayı başarmış. Kitap okuyan küçük bir kitle içinden üslubuna aşina olan daha küçük bir kitleyi –yani bizleri- tatmin edecek bir eser koymuş ortaya. Ot dergide yazmadığı zamanların ve sabırsız beklemelerin neticesini güzel bir şekilde aldığımızı düşünüyorum. Üslubu daha sert ve sıradışı, fakat kısa öykülerinde karşılaştığımız tebessüm ettiren diyaloglara da sıklıkla rastlamak mümkün. Tabii üslubuna aşina olanlar için geçerli olacaktır bu durum. Yoksa zaten yazarımızdan yeterince yedik bir sürü küfür, bir de bu yazı vesilesiyle sizden yemeyelim…     

                

2 Mayıs 2014 Cuma

BİZDEN ADAM OLMAZ!

Sayın okuyucu, her nerdeysen, nasıl yaşıyorsan ve statün her ne olursa olsun yüzyıllardır devam eden sıkıntılı bir durumdan haberdar olmanı istiyorum. Acınacak haldeyiz!
Bataklığa saplanmış karabatak kuşu gibi çırpındıkça batıyoruz. Feryat etmemiz gerekirken, en yakınımızdan başlayarak yardım dilenmemiz şart olmuşken kibirimizden ödün vermiyoruz. Öyle yükseklerde ki burnumuz, bataklıkta en son o batacak.
Şımarık yetiştiriliyoruz bir kere,
Ağlamaya başladığımız an ne istediysek elimize tutuşturuluyor. Ev içinde şiddetin bini bir para ama hala misafirlikte sınıfın en başarılı çocuğu olarak tanıtılıyoruz. Mahallede kavga çıkarsa çocuklar arasında bilin ki suç hep öbür çocuktadır. Sahiplik kavramını bilmeyen çocuk dahi bir şey yürütse (ki o yaşlarda gayet normal bir davranış) muhakkak bir yanlışlık vardır. Tabii bu evde yenilecek dayağı engelleyen bir yanlışlık değildir o ayrı. Evde kavga eder ebeveynler çocuk kavgayı öğrenir, fakat öğrendiği daha mühim bir mesele vardır o da suçlunun kim olduğu üzerine. Tahmin edersiniz; karşı taraf. Oğlunuzun içkisi sigarası yoktur mesela. Öyle karı kız işleriyle de uğraşmaz evlenince. Dışarı hayatı yoktur hiç, dışardakileri biz harbiden dışardan ithal etmişizdir çünkü.
‘’Ben anlatamadım.’’ İki kelime bir noktanın yan yana geldiği hiç olmamıştır mesela. ‘’ Anlamıyorsun’’ diyecek kadar ekonomik de insanlarız çünkü. Savurgan mıyız? Asla. Din iman mı en Müslümanı biziz. Hırsızlık? Yok çıkmaz bizden onları da ithal getirdik. En iyisini kim bilir? O da soru mu tabii ki biz. He bir de takım tutar gibi tuttuğumuz parti başkanları. Koyun muyuz? Zinhar! Eleştirilere de açığız zaten. Bilmediğimiz şeyler var mı? Vardır elbet akademik konularda ama onları da bizim oğlan bilir. Söyledim mi bilmiyorum ama bizim oğlan hala en iyisidir. En iyi biz yetiştirmişizdir çünkü.
Ama yeter demi artık bu şımarıklık. Yeter mi canım dur daha yeni başlıyoruz. Daha 1. Dünya Savaşını Almanlar yüzünden kaybedeceğiz. Almanlar yüzünden tabii, 2. Dünya Savaşıyla kanıtladılar. Tuttuğumuz takım yenilir ya adamlar eşektir ya da hakemler. Tabii muhakkak biri yenilecekse karşı taraf yenilmeli, çünkü biz daha iyiyiz. Ülke gündemine girmeyelim diyorum dokunmadan da geçilmez. Yahu herkes haklı, karşı taraf haksız da ülke gündemi cadı kazanı gibi.  Her gün birbirinden çirkin olaylar vücuda geliyor ölü toprağı var üstümüzde. Mevzulardan biri başka ülkede olsa ortalık karışacak. Ortalık karışsın demiyorum tabii istikrarı ya da barışı herkes sever. Ama bu pişkinlik bu başı boşlukla ne haysiyetimiz kalıyor ne de insanlığımız. Tamam baştakileri geçtim koltuk sevdasıdır tatlı gelir pişkinlik yapar. Yahu sende mi bu işe ortaksın. Hayır verdik oyu böyle oldu cahillik ettik yahut göremedik de. Yok arkadaş parti değil takım tutuyoruz. Genel görüş (siz de çevrenizde görüyorsanız genel görüştür muhakkak) ‘’adamlar çalıyor ama çalışıyor.’’ Bu gruba zaten diyecek sözüm yok. Evlerine giren hırsızları ihbar etmeden önce araştırıyorlardır umarım çalışıyor mu çevresi için diye. Tutarlıyız ya bunları da bilmek gerek.  İkinci grup ‘’başka parti yok verecek ben ne yapayım?’’ grubu. Yapma kardeşim bir şey yapma ben de onu diyorum. Gidip oy vermek, suça ortak olmak da suçtur. İnancın kalmadıysa hiçbir siyasi partiye verme oy falan. Oy vermek için de gelmedin dünyaya. Dünyaya geldiğin için, daha refah yaşaman için var zaten şu devlet denen. Bu yüzden kullanıyoruz oy verme dediğimiz işlemi. Parti adı da vermedim dikkatinizi çekerim. Hangi parti ne şekilde suçluysa gözünüzde vermeyin oyunuzu. Seçmen olarak kendinizi değerli hissetmenizden ödün vereceksiniz ama egonuzu şişirecek bir sürü fırsatı zaten yaratıyorsunuz etrafınızda. Kimse şüphe duyduğuna oy vermezse düşecek takkeler öne.

Neo Osman olmuşuz, Ortadoğunun en büyüğüymüşüz, dünya siyasetine yön veriyormuşuz geçiniz bu işleri. İlim, irfan zaten yalan olmuş. Oğlan okuyor ‘’master’’ -yüksek lisans değil- master yapıyor da demeyin muhtemelen benim gibi bir yerlere içini döküyordur şu an. Adam Prof. falan filan da yalan gözümle gördüm çocuklar anlatıyor dersi çoğu zaman. Memurluğa zaten daha iyi yatalım diye hazırlanıyoruz. Siyaset işte danışmanlar falan yazıyor yazılı metinden döşeyip gidiyor. Sanatçı desen nerden kopyalasam orijinal görünür derdinde. Diyorum ya bataklığa batmışız sonuna kadar. Bir ağzımız kalmış dışarda son bir gayret övünelim, savunalım diye; bir de burnumuz – o hep bir karış havada-.

Sözün özü şudur ki canım kardeşim; pembe bulutlar hayal ürünü ve biz milletçe mahallenin en güzel en zeki çocuğu falan değiliz. Şehirde yaşıyoruz dediğimiz de Ankara’da arka mahallede bir varoş semti.  Şimdi sana söylüyorum gibi anladın, savunmaya geçeceksin ya canım kardeşim, sana değil sözüm karşı tarafa. En yakın aynayı seç çok uzaklardan bak ona. Zira karşı taraf algında çook uzaklarda…


30 Nisan 2014 Çarşamba

NEDEN FUTBOL?


Futbol, çağımızın en popüler ve en büyük yatırımlarının yapıldığı spor organizasyonlarından birisidir. Sermaye olarak büyük yatırımların yapıldığı bu spor dalı ülkelerin kendi içlerinde, diğer ülkelerle, kıta bazında ve dünya bazında yapılan organizasyonlarla milyarlarca insanı peşinden sürüklemekle birlikte kendi başına büyük bir endüstri halini almıştır. peki yakın bir tarihe sahip bu spor dalı neden bu kadar popüler olmuştur?
İlk olarak bireysel incelediğimizde, bireylerin kendileriyle özdeşim kurabildikleri olay ve eylemleri benimsemesinin daha kolay olduğunu söyleyebiliriz. Yani bireylerin dolaylı yollarla tecrübe ettikleri öğrenmeleri pratiğe dökebilmeleri bireylerin o olaylara bağlılığını artırmaktadır. Bu kapsamda sporu incelediğimizde genel olarak sporun uğraş ve emek gerektiren bir aktivite olduğunu söylememiz gerekir. Bir jimnastikçi yahut güreşçi sporunu icra edebilmesi için uzun yıllar çalışıp emek harcaması gerekir. Bunun yanında sporcu kadar ekipmanlarının temini de önemlidir. Beyzbol, voleybol, basketbol gibi sporlarda oyun kurallarını bilmenin yanında ekipman olarak pota, file, sopa gibi materyallerin olmaması o sporun birebir sokaklarda ve mahallelerde icra edilmesini zorlaştırmaktadır. Fakat futbol profesyonel bazda büyük emek gerektirdiği gibi amatör bazda fazla ekipman ve teknik gerektirmeyen bir spor dalı olarak karşımıza çıkıyor. Bir çocuk televizyonda gördüğü bu sporu mahallelerde bir top ve dört adet taşla dahi icra edebiliyor, böylelikle ufak yaşlarda o sporla arasında bağ kurması mümkün oluyor. Mekan ve imkan olarak bireyleri fazla zorlamayan bu spor dalı diğer dallara göre popülarite yönünde nispeten bir adım önde olacaktır. Voleybolun müsabaka olarak oynanabilmesi için bir fileye, basketbolun en azından beton bir sahaya ihtiyacı varken futbol Anadolu’da yol aralarında, Avrupa’da çimenlerde parklarda, Afrika’da çorak topraklarda dahi rahatlıkla oynanabilen bir oyundur. Kadınların futbola merakının az olmasının belki de en önemli safhası olan bu uygulama kısmı futbolu bir adım öne çıkarmaktadır.
İkinci olarak spor dallarının ekonomiyle ilişkisini göz önünde bulundurmak gerekir. Zira spor dallarının gelişimi yapılan yatırımlarla doğru orantılıdır. Yapılan yatırımlar hitap edilecek kitle oranında artmaktadır. Futbolun yapısı ve oyun alanının kapladığı yer, etrafına yerleşecek seyircinin fazla olmasına imkan sunmakta, böylelikle yatırımcılar için daha cazip imkanlar sunabilmektedir. Salon sporları hitap edeceği kişi bakımından belli sınırlılık arz ederken futbol müsabakaları kapladığı alan ve stad yapıları bakımından yüz binlerce insana hitap etmeye müsait bir yapıdadır. Bu etmen de futbola yapılan yatırımların daha fazla ilgi çekmesine ortam hazırlamaktadır. Yani profesyonel olarak büyük kitlelere hitap edilebilecek amatör olarak kolaylıkla uygulanabilecek bir spor dalıdır.
Futbolun bu denli geniş kitleye hitap etmesi iktidarlarca da desteklenmesini sağlamıştır. Faşist İspanyol diktatörün ‘’bana yüz bin kişilik uyku tulumu yapın’’ diyerek kastettiği gibi toplumların politik hareketliliğini pasifleştirmeye müsait bir imkan sunmaktadır. Ayrıca taraftarlar arası aidiyet hissi kazandıran ve stres atma gibi işlevleri de yerine getirebilen bu spor dalı toplumlardaki şiddet ve politik yüklenmenin belirli düzeylerde muhafaza edilmesine imkan sunmaktadır. Sunduğu bu imkanlarla futbol iktidarlarca da desteklenip önü açılan bir spor dalı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Futbolun ilgi çekmesinde önemli bir yer tutan başka bir olgu ise oyun yapısındaki tempo değişikliğidir. Diğer spor dallarında belli bir eşikte süreklilik gösteren tempo futbolda sürekli değişiklik gösterebilecek bir potansiyeldedir. Örneğin voleybolun takım içi üç pas sınırı oyun temposunun belli bir seviyede kalmasını sağlamakta iken futbolun nispeten daha serbest yapısı temponun sürekli değişken olmasına imkan sunmakla birlikte ilginin de müsabaka boyunca canlı kalmasını sağlamaktadır. Bir başka etmen ise el kullanımı dışında bütün uzuvların çeşitli şekillerde kullanımının serbest olması ve oyun yapısının bu kullanıma müsait olması görsel zevk unsurunu da artırmaktadır. Örneğin basketbolda oyun içinde yapılan hareketlerin belli bir kısıtlılığı vardır. Ayak kullanımının yasak olması, topun yapısının müsait olmaması ve hedefe ulaşma bakımından diğer uzuvları kullanımın yararsız olması görsel zevki belli bir sınırda tutmaktadır. Futbolda ise eli kullanabilen kalecilerin varlığı ve oyunun gelişimi vücudun topyekün kullanımına imkan sunmakta ve sınırsız yeni hareket oluşturma imkanı sunmaktadır. Higuita’nın milli maçtaki efsanevi kurtarışı, İbrahimoviç’in ceza sahası dışından attığı rövaşata golü gibi olaylar futbolun hareket çeşitliliği bakımından sınırının olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.




Futbol tek seferde büyük kitlelere ulaşabilen, büyük kitlelerce ilgi görme potansiyeli olan, günlük yaşamda kolay uygulanabilir, ‘’katharsis’’i sağlaması bakımından iktidarlarca desteklenen, büyük bir pazar oluşturmaya müsait olduğu için yatırımcıların ilgisini çeken gözde bir spor dalı olmuştur. Toplumun bütün kesimlerine farklı amaçlarda yarar sağlayan ve tek seferde büyük kitlelere hitap edebilen bir spor dalı olması futbolun gözde bir spor dalı olmasının önünü açmıştır. 
 

22 Nisan 2014 Salı

İktidar, Sosyal Medya ve Sansür(Örnek Olay: Twitter Engellemesinin İncelenmesi)



SOSYAL MEDYA KAYNAKLARININ İKTİDAR TARAFINDAN SANSÜRLENMESİNİN YASAL ZEMİNDE İNCELENMESİ VE SOSYAL MEDYANIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN DAYANAKLARI

Araştırmanın konusunu sosyal medya kaynaklarının siyasal iktidar tarafından kullanımı, kısıtlandırılması ve yönlendirilmesi oluşturmaktadır. Sosyal medya günümüzdeki yapısıyla haber ve iletişim olanaklarını üst düzeye taşıyan bir konumda yer almaktadır. Ülkemizde önemi ve gücü ciddi manada yeni yeni anlaşılmaya başlanan sosyal medya kaynakları her fırsatta siyasal iktidar tarafından kısıtlanmaya çalışılmaktadır.


Bu kaynaklardan en önemli üç tanesi Facebook, Youtube ve Twitter olarak karşımıza çıkmaktadır. Facebook oluşturulan gruplar ve paylaşımların genellikle arkadaş çevresine ulaştırılması bakımından sınırlı bir çevreye hitap etmektedir. Youtube yapısı itibariyle çeşitli video paylaşımlarının yapıldığı bir kaynak olarak hizmet etmekteyken son dönemlerdeki ‘’tape’’ skandallarıyla birlikte ciddi bir kaynak site konumuna gelmiştir. Bu üç önemli siteden en önemlisi Twitter ise son zamanlarda hükümetlerin başını en çok belaya sokan sosyal medya unsurudur. Yapısı itibariyle takip etmenin her hangi bir tanışıklığa gerek duyulmadan yapılabildiği bu sosyal medya kaynağında kişiler düşüncelerini geniş kitlelere ulaştırabilmekte ve kolaylıkla dönüt alabilmektedir. Ayrıca kişiler çalıştıkları kurumlardan edindikleri bilgileri yahut konumlarının sağladığı halk tarafından ilgi çekecek bilgileri rahatlıkla paylaşabilmektedir. Son dönemlerdeki örneklere baktığımızda devlet adamları ve devlet kuruluşları dahi açıklamalarını Twitter üzerinden yapmakta ve siyasi polemiklere Twitter üzerinden devam etmektedir. Böylece siyasi atışmalar ve gündem mesai saatlerinin dışına sarkmış, yirmi dört saat devam edebilen bir yapıya bürünmüştür. Bu yapısıyla Twitter eski anlayışla siyasal varlıklarını devam ettiren devlet adamları tarafından ‘’baş belası’’ olarak nitelendirilebilmekte, kökünün kazınması gereken devlet düşmanı organlar olarak eleştirilmektedir. Şüphesiz ki bunda devlet adamlarının eski usüllerle çalışmalarını sürdürmesinin payı büyüktür. Siyasiler ana akım medyanın tek kaynak olduğu dönemlerde yolsuzluk, rüşvet, devletin gizli çalışmaları, gizli anlaşmalar gibi unsurları rahatlıkla sümen altı edebilirken bu kaynakların ortaya çıkmasıyla gizliliği korumayı başaramamış, yapılan eylemleri izah edememiş, baskı ve sansür yoluyla sümen altı etme geleneğini sürdürmeye devam etme eğilimine girmişlerdir. Bu bakıma Twitter’ın seçimlere dokuz gün kala engellenmesinin ve engellenme tartışmaların incelenmesinin sosyal medya kaynaklarının özgürlüğünün sağlanması yollarının saptanması bakımından önemi büyüktür.

SOSYAL MEDYA KAYNAKLARININ ERİŞİMİNİN ENGELLENMESİ

Sosyal medya kaynaklarının kısıtlanması günümüzde sıklıkla rastlanan bir olaydır. Ortadoğu, Arap toplumlarında ve genel olarak baskıcı yönetim mecralarının iktidarda olduğu toplumlarda sosyal medya unsurları sıklıkla engellenmekte, bu durum birçok devlet tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Sosyal medyanın kapatılması hukuk devletleri tarafından ifade özgürlüğü ve bilgi edinme hakkının engellenmesi kapsamında değerlendirilmiş, bu bağlamda kısıtlamaları insan haklarının ihlali kapsamında ele almıştır.

Türkiye de sosyal medyanın kısıtlanması kapsamında sabıkalı ülkeler arasında yer almaktadır. TCK 5651 sayılı kanun ve katalog suçlar çerçevesinde birçok sitenin erişimi engellenmiştir ve engellenmeye devam etmektedir. Bunlardan en göze çarpanı 2007 yılında Youtube’un kapatılmasıdır. Atatürk’ü aşağılayan ve hakaret eden videoların paylaşımının olması ve bunların devlet ikazlarına rağmen kaldırılmaması sonucu Youtube’a erişim kısıtlanmıştır. Bu durumda söz konusu videoların yayınlanması devam ederken Türkiye’den erişim ancak aracı sitelerin kullanımıyla mümkün olabilmiştir. Yani devlet suç kapsamındaki videoların kaldırılmasını sağlayamamakla birlikte çözümü varlığını devam ettiren bu videolara karşı halkın gözlerini kapamakta bulmuştur. ‘’Atatürk aleyhine işlenen suçlar’’ kapsamında getirilen erişim engellemesi kararı tekrar yürürlüğe girmiş olmakla birlikte zamanlaması ve uygulama dönemindeki tartışmalar uygulamanın esas amacı konusunda hipotezimizi destekleyecek niteliktedir.

ÖRNEK OLAY: TWİTTER’IN ERİŞİMİNİN ENGELLENMESİ SÜRECİ

Sosyal medya kaynaklarının erişimlerinin engellenmesi sürecinde zamanlama olarak en dikkat çekici uygulamalardan birisi Twitter’ın erişimin engellenmesidir. Twitter, 20 Martta TİB Başkanının özel yetkisini kullanmasıyla erişime engellenmiştir. Siyasi atışmaların, yolsuzluk söylemlerinin ve ses kayıtlarının yoğun olarak tartışıldığı bu dönemde Twitter’ın kapatılması geniş kitleler tarafından eleştirilmiş, sebebi siyasi kaygılara bağlanmıştır. Engelleme kararının alınmasından on gün sonra yerel seçimler yapılmıştır ve o dönemde tartışmaların gidişatının kamuoyunda mevcut siyasi iktidarın derin zararına bir sonuç doğuracağı yönünde algı hakimdir. Böyle bir tartışma zemininde yapılan Twitter’ın topyekün engellenmesi kararı kamuoyu gözünde sansür algısı yarattığı gibi bu algı ilerde bahsedeceğim AYM kararlarının alınmasında etkili olan başvurucuların kabul edilebilir itiraz gerekçelerinden birini oluşturmaktadır. Bu bakımdan AYM’nin de bu kararı sansür uygulaması olarak algıladığı yönünde sonuca varmamızı sağlamaktadır. Hipotezimin temelini de oluşturan yargı hakkında sağlıklı sonuca varabilmek için engelleme sebeplerini, gerekçe kararlarını ve tartışmaları ayrıntılı olarak incelemekte fayda var.


Twitter’ın engellenmesine sebep olan üç mahkeme kararı mevcuttur. Kararlardan birisi Samsun 2. Sulh Ceza mahkemesinin aldığı karardır. Bu karar bir kadının üzerine Twitter’da sahte hesapların açılması ve müstehcen fotoğraflarının ifşa edilmesi üzerine kişinin şikayeti sonucunda mahkemenin içeriğin engellenmesine hükmetmesi yönündedir. İkinci karar ise İstanbul Anadolu 5. Sulh Ceza Mahkemesinin Şair ve yazar İsmet Özel adına açılan sahte hesabın şikayet edilmesi sonucunda aldığı kapatma kararıdır. Bir diğeri ise İstanbul Anadolu 14. Asliye Ceza Mahkemesinin Bakan Binali Yıldırım ve oğlu hakkında yolsuzluk haberleri yapan bir hesaba yapılan şikayet sonucunda alınan mahkeme kararıyla alınan erişim engelleme kararıdır. Bu kararlar sitenin tamamının kapatılmasına yönelik olmamakla birlikte içeriğin engellenmesi yönünde alınan kararlardır.


Kararların yasal dayanakları açıklanırken kararın alınmasında etken olan iki büyük unsuru açıklamakta fayda var. Bunlardan birincisini kişilik hakları ikincisini kamu yararı kavramı oluşturmaktadır. Bu iki temel hak arasındaki gerilim sosyal medya kaynaklarının ilerleyen süreçte özgürlüğünün muhafaza edilmesi yahut tamamen sınırlandırılmasının temel dayanaklarını oluşturacaktır. İlk olarak kadının başvurusu sonucunda alınan kapatma kararını inceleyecek olursak mahkeme süreci devam etmesine rağmen mahkeme tedbir niteliğinde kapatma kararını ivedilikle almayı uygun görmüştür. Çünkü mahkeme süreci boyunca kadının kişilik haklarına saldırı açıkça devam etmektedir ve bu mağduriyetin mahkeme bitimine kadar önlenmesi gerekmektedir. Bu bakımdan kişilik haklarının muhafaza edilmesi adına doğru bir karar niteliği taşımaktadır. İkinci olayda ise İsmet Özel adına açılan sahte hesabın kişinin başvurusu üzerine engelleme kararının alınması da aynı şekilde kişilik haklarının korunması bakımından yerinde bir uygulamadır. Üçüncü hesap adına alınan kararda ise bakan ve oğlu hakkında mahkeme kararı olmaksızın suçlamaların yapılması konusunda kişinin başvurması ve engelleme kararı istemesi de masumiyet karinesi gereği doğru bir uygulamadır. Bu üç olayda da mahkemeler kanuna uygun bir şekilde hareket ederek yerinde karar almıştır. Bu üç karar ve değerlendirmesi de bu hükümler göz önünde bulundurularak AYM tarafından haklı bulunmuştur.


TİB alınan mahkeme kararları çerçevesinde tedbir amaçlı olarak Twiter’ı engelleme kararı almıştır. Aldığı bu kararlarda söz konusu hesapların kapatılması için Twitter’a başvurulduğunu ve olumsuz cevap alınması sonucunda halkın mağduriyetinin devam etmemesi için tedbir amaçlı engelleme kararı alındığını kamuoyuna bildirmiştir. Ardından engelleme kararına rağmen erişim sağlanmasını göz önünde bulundurarak Google Dns sitelerini de engelleme kararı almıştır. Bu noktaya kadar alınan kararların ve uygulamaların temel dayanağını şeklen kişilik haklarının korunması yönünde değerlendirmeler oluşturmaktadır. Siyasal iktidar cephesinde olaylar değerlendirilirken ve kapatılma kararı savunulurken temel alınan ana husus da sürekli kişilik haklarına atıfta bulunma üzerinedir. Yani temel dayanak noktası kişilik haklarıdır.


Kişilik hakları göz önünde bulundurulduğunda doğru görülen bu uygulamanın etik yönünün mağdurlarla alakalı kısmı geride bırakıp hipotezim doğrultusunda ana amacına yönelecek olursak dönemin siyasal çalkantılarına geri dönmekte fayda var. 17 aralık sürecinin ardından siyasi iktidarla büyük bir tebaa üzerinde söz sahibi bir cemaat arasında başlayan çekişmenin sonucunda kamuoyunu derinden sarsma potansiyeli olan birçok yolsuzluk iddiasının, ‘’tape’’ olarak adlandırılan ses kayıtlarının, gizli konuşmaların medyaya sızması sonucunu doğurmuştur. Buna karşı iktidar cephesi dersane adımlarıyla ekonomik, görevden almalarla siyasi, kolluk kuvvetlerini görevini yerine getirmemesini sağlayarak da fiziki gücünü kırmaya çalışmıştır. Birçok hukuki yöntemle görev değiştirmenin yapılmasının yanında hukuki olmayacak uygulamaları dahi yapmakta çekinmemiştir. Savcı kararlarına rağmen kolluk kuvvetlerinin görevlerini yerine getirmemek pahasına istenilen kişileri alıkoymaması bunun bariz örneklerinden biridir. Bu kapsamda söz konusu cemaat bütün riskleri göze alarak birbirini yok etme girişiminde bulunmuşlardır. Burada dikkat edilmesi gereken ana husus bu çekişmenin kamuoyuna yansıtılma şekilleridir. İktidar kamuoyunu etkileme çabasını geniş kitlelere ulaşan ana akım medyayı kullanarak gerçekleştirirken söz konusu cemaat bu eylemlerini en etkili şekilde sosyal medya, özellikle twitter üzerinden gerçekleştirmektedir.


Çatışmalar seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte hız kazanmış, çeşitli varyasyonlara bürünmüştür. Ses kayıtlarının yanında @fuatavni kullanıcı adıyla bir kişi başbakan ve yakın çevresinin konuşmalarını Twitter üzerinden sızdırmaya başlamış, @BASCALAN ve @HARAMZADELER333 hesapları hükümet üyeleri hakkında yoğun bir yolsuzluk ve tape yayını yapmaya başlamışlar, geniş kitlelere Twitter ve Youtube üzerinden ulaşmayı başarmışlardır. Bu noktada seçim sonuçlarının makale kapsamında değerlendirilmesi makalenin iddiası ve değerlendirme süreci kapsamında önem arz etmemektedir. Bu noktada temel argüman bu hesapların ulaştıkları kişi sayısıdır. Öyle ki erişim engellemesi sürecinde elde edilecek bir başarı hakkında bir yargıya varmak söz konusu dahi değildi. @fuatavni hesabının ulaştığı hesap sayısı 800.000’in üzerinde olmakla birlikte @HARAMZADELER333 hesabı 538.000’in üzerinde hesaba, @BASCALAN hesabı ise 432.000’in üzerinde hesaba ulaşmaktadır. İktidar cephesinden Bülent Arınç resmi hesabı @bulent_arinc 1.400.000 hesap tarafından takip edilirken, sosyal medyada aktif bir kişilik olarak İ. Melih Gökçek 1.600.000 hesap tarafından takip edilmekte, Egemen Bağış ise 1.200.000 hesaba paylaşımlarını sunmaktadır. Ulaşılan hesap sayısını daha iyi tahlil edebilmek adına ‘’retweet’’ durumlarını incelemek yararlı olacaktır. Bu kapsamda son dönemde siyasilerin en çok yankı uyandıran olayların ardından attıkları tweetlerin retweet sayılarını incelemek yararlı olacaktır. Egemen Bağış’ın Bakara suresiyle dalga geçmesi iddiasına verdiği cevaplardan ‘’Farklı zamanlardaki konuşmalarımı montajlayıp eklemelerle tamamen çarpıtan aşağılık itibar cellatlarının saldırıları ile karşı karşıyayım.’’ Açıklaması 2.608 kez retweet edilmiştir. İ. Melih Gökçek’in seçim başarısı ardından attığı ‘’İLK SELFİE AK PARTİ İLDEN…BEN, GN BŞK YRD’MIZ HÜSEYİN ÇELİK, ANKARA MV TÜLAY SELAMOĞLU, İL BŞK MURAT ALPASLAN…’’ tweet’i 4.983 kişi tarafından retweet edilmiştir. Bülent Arınç’ın ise kayda değer en büyük retweet edilen tweet’i 1.782 kişiyle Twitter’ın kapatılmasının ertesi günü atmış olduğu ‘’Bugün Manisa’da olacağız…’’ tweetidir. Öbür yandan seçim döneminden sonra dahi @fuatavni adlı hesabın tweetleri günümüze kadar 3000 retweet civarında seyretmekte, 2000 retweet’in altına düşmemekte, son zamanlarda ulaştığı en büyük rakam ise ‘’Bu çirkin hesabı Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ve Cevdet Akbay yönetiyor. Zihniyetin çirkefliği ve paranoyası..’’ adlı tweetiyle 8.291 kişi olarak göze çarpmaktadır. Söz konusu diğer iki hesap gizlendiği için üzerinde yorumlama yapılamamaktadır. @fuatavni hesabını göz önünde bulundurduğumuzda site içinde takipçilerinin daha aktif ve tweetlerinin dolaşımının daha fazla olduğunu görmekteyiz. Bu verilerin alıntı yapılarak yayılımının sağlanmasını da göz önünde bulundurduğumuzda sosyal medyanın seçim döneminde iktidar açısından ne kadar büyük bir tehlike yarattığını görmekteyiz. Ayrıca seçime üç gün kala Hakan Fidan ve Ahmet Davutloğlu’nun da aralarında bulunduğu toplantıdaki dış politikaya yönelik ciddi tartışmaların basına sızdırılması, iktidarın sosyal medya konusundaki endişelerini ve cemaat ile çatışmasında beklediği atakların büyüklüğünün haklılığı konusunda haklılığını ortaya koymaktadır. Bu örnekler ışığında Twiter’ı kapatmak varlığını devam ettirme konusunda en önemli çözüm yolunu oluştururken kapatma gerekçelerinin kişilik haklarına dayandırılması da kamuoyu tepkilerine yanıt vermeyi kolay kılacaktır.


İktidarın benimsediği kişilik haklarının savunulması noktasında göz ardı edilen bir diğer unsur iki temel dayanağın bir diğer ayağını oluşturan kamu yararı üzerinedir. öyle ki TİB uygulamaları göz önünde bulundururken kişilik haklarını referans almış, kamu yararını göz ardı etmiştir. Bu noktada kapatma kararına itiraz gerekçelerinin temel referansını da kamu yararının göz ardı edilmesi oluşturmaktadır. AYM tarafından da haklı bir gerekçe olarak kabul edilen bu unsurda kişilerin kişilik hakları korunurken toplumun birçok bireyinin hakları çiğnenmektedir. Bu noktada itirazlarda ilk olarak anayasanın 26. maddesine atıfta bulunulmuş, bu kapsamda düşünceyi yayma ve açıklama hürriyetinin göz ardı edildiği savunulmuştur. AİHM’in de sıklıkla atıfta bulunduğu maddelerinden biri ifade özgürlüğüyle sınırlı kalmamakta, ifade özgürlüğünün her türlü boyutunu ve çeşidini geniş kapsamlı olarak güvence altına almaktadır. Bu kanun kapsamında birçok kişi Twitter’ı kullanarak düşüncelerini açıkça ifade etme hürriyetinden mahrum kalmıştır. Anayasa mahkemesi bu gerekçeye bağlı olarak TİB’in düşünceyi yayma hürriyetini göz ardı ettiği yönünde değerlendirmiş; devletin yapısı itibariyle düşünceyi yayma hakkının ihlal edildiğinin, çoğulculuğun gereği olarak bu haklardan mahrum bırakılamayacağının altı çizilmiştir. Bunun yanında haber alma ve yayma hürriyetinin de bu kapsam içinde değerlendiren AYM bu unsurların ihmal edilmesinin seçimlere kısa süre kaldığı dönemde dolaylı sansür olarak nitelendirilebileceğine hükmetmiş ve bu yasaklamaların geçmişteki haberlere ulaşımı engellemenin yanında gelecekteki haber üretme ve yayma olanaklarını da olumsuz etkileyeceği konusunda kanaat getirmiştir. AYM’nin değerlendirmede göz önünde bulundurduğu bir diğer başlık ise AİHS’in ifade özgülüğü çerçevesinde ele aldığı maddedir. ‘’ 1. Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.’’ (AİHS, madde:10/1) AİHM’in aldığı kararlar göz önünde bulunduğunda yolsuzluk iddialarının dile getirilmesi ve haber olarak aktarılması sönük kalmaktadır. AİHM ifade özgürlüğünün ve haber yaymanın kamu yararının gözetilmesi bir yana kamunun birçok kesimini rahatsız etse dahi özgürlüğün muhafaza edilmesi ve kullanılması yönünde kararlar vermektedir.


Anayasanın 40. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin korunması başlığının ihlali de itiraz edenlerin itiraz sebeplerinden biri olmuştur. Bu madde genel itibariyle daha spesifik diğer hak ve hürriyetleri kapsayıcı nitelikte olmakla birlikte her türlü ihlalin tekrar temin edilmesi konusunda yasal zemini oluşturmaktadır.


İtirazcılar tarafından atıfta bulunulan bir diğer madde ise Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma başlığına sahip 67. maddedir. Bu maddeyle Twitter engellemesinin siyasi faaliyet çerçevesinde propaganda yapılmasını engelleyecek uygulama olması bakımından ihlalin söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Buna bağlı olarak itirazcılar bu maddeler çerçevesinde kararın incelenmesini talep etmekte, kararın iptalini istemektedir.


İtiraz edilen maddelerin itiraz dayanağını ise anayasanın 13. maddesi oluşturmaktadır. Bu maddeye göre temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesi sınırlı ölçüde olmakla birlikte ancak kanunla mümkündür. Ayrıca bu madde gereğince Twitter’ın topyekün kapatılması temel hak ve hürriyetler çerçevesinde ölçülülük ilkesine aykırı bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu madde gereği dava konusu olan içeriğin sınırlandırılması, topyekün bir uygulamaya gidilmeyerek kamu yararının göz ardı edilmemesi gerekmektedir.


Bir kanunun başka bir kanunla çelişmesi söz konusu değildir. Anayasa mahkemesinin almış olduğu karar ve gerekçeler göstermektedir ki Twitter’ın erişiminin engellenmesinin yasal bir uygulama değildir. Şekil yönünden AYM’nin müdahalede bulunması ise bireysel başvurularla mümkün olmuştur. Bu kapsamda AYM’nin uygulamayı yaparken Ankara İdare Mahkemesinin kararını ‘’Dava konusu işlemin "twitter.com" isimli internet sitesine erişimin tamamen engellenmesine ilişkin olması, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan ifade ve haberleşme hürriyetini kısıtlayabilecek nitelikte olması ve uygulanması halinde telafisi güç zarar doğurabilecek nitelikte bulunması nedeniyle, davalı idarenin savunması ve ara kararı cevabı alınıp ya da savunma ve ara kararına cevap verme süresi geçip yeni bir karar verilinceye kadar dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasına... Savunma ve ara kararına cevap verilebilmesi için davalı idarelere (15) gün süre tanınmasına, 25/03/2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.” Şeklinde gerekçe göstermesi, uygulamanın yanlışlığının boyutları ve doğuracağı sonuçları bakımından önem taşımaktadır.


Alınan mahkeme kararlarının uygulamadaki tezatlığından bahsedecek olursak alınan kararların sadece bahsi geçen içeriklerinin sınırlandırılması yönünde olduğu önemli bir ayrıntı olarak göze çarpmaktadır. Mahkemenin verdiği karar sitenin tamamının kapatılması yönünde değildir. Bu mahkeme kararında ve şikayetçi kişilerin avukatları tarafından dile getirilen hususların başında gelmektedir. Sayfa linkinin engellenmesi uygulaması yapılması gerekirken TİB keyfi davranarak topyekün bir kapatma girişiminde bulunmuştur. Küçük bir düzenlemeyle mümkün kılınacak bu uygulama siyasi atmosferden etkilenerek sitenin tümden engellenmesine ve seçim süresince kapalı tutulmasına sebebiyet vermiştir.

TİB’in kişilik haklarını gözetmede bu kadar hassas davranması söz konusuyken kamu yararını bu kadar göz ardı etmesi hipotezimizi destekleyecek niteliktedir. Kadının mağduriyeti kamu yararı çiğnenmeden basit bir uygulamayla giderilebilecekken olaylar siyasi bir zemine çekilmiş, kadına olan ilgiyi artırmış ve kadının mağduriyetinin başka zeminlerde sürdürülmesine zemin hazırlamıştır. Bakan ve oğluyla ilgili Twitter’da yapılan açıklamalar AİHS ve Anayasa çerçevesinde net olarak ‘’ifade özgürlüğü’’ ve ‘’haber edinme ve yayma’’ kapsamında yer almaktadır ve değerlendirilmektedir. Aynı şekilde İsmet Özel’in hesabının kapatılması da basit bir içerik engellemesiyle mümkün olabilecekken siyasi tartışma zemininin bir aracı konumuna getirilmiştir. AYM’nin almış olduğu bu karar hukuk camiası tarafından güven tazeleme olarak değerlendirilmiştir.

AYM’nin Anayasa ve AİHS çerçevesinde almış olduğu Twitter engellemesinin yürütmesinin durdurulması kararı ve belirttiği gerekçeler sosyal medyanın varlığını muhafaza etmesi bakımından önemli bir referans noktası oluşturmuştur. AYM bu kararla kişi hak ve hürriyetlerinin sosyal medya içinde çerçevesini çizmiş olmakla birlikte hangi uygulamaların kamu yararı kapsamında güvence altında olduğu ve kişilik haklarının kamu hakları ihmal edilmeden nasıl koruma altında tutulacağı konusunda ayrıntılı bir karar vermiştir. Bu karar Türkiye’nin mevcut anayasal düzeni devam ettiği müddetçe sosyal medyanın sansür uygulamalarından nasıl aklanacağı, aksaklıkların nasıl giderici olacağı konusunda yol gösterici olacaktır.

Söz konusu üç davada alınan kararlar açıkça içerik engellenmesi yönünde iken TİB’in genel bir kapatma uygulamasına gitmesi sansür uygulaması olarak göze çarpmaktadır. Bu uygulamanın temeli siyasi partinin güç kaybetmemesi adına seçim dönemine kısa bir süre kala önemli bir tehlike olarak gördüğü bir sosyal medya kaynağını devre dışı bırakmak istemesine dayanmaktadır. Bu sosyal medya uygulamasının önemi ise iktidardan bazı üyelerle haber sızdıran cepheden en ünlü birkaç hesabın karşılaştırılması sonucunda belirlenmiştir. Buna bağlı olarak iktidar siyasal varlığını muhafaza etme amacıyla hukuksal yorumlamaları kullanarak kamu yararına aykırı bir şekilde sosyal medyayı amaçları doğrultusunda kısıtlamaktadır sonucuna ulaşmaktayız.

13 Nisan 2014 Pazar

SPORCU VE SALDIRGANLIK


            Saldırganlık sporun doğasında olan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihte sporun ortaya çıkmasına zemin hazırlayan etmenlerin başında savaşa ve avcılığa hazırlanma çabası gelmektedir. Sporun çağrışımlarının savaş ya da barış üzerine olduğuna yönelik görüşler mevcut olmakla birlikte sporun savaşçıların normal dönemlerde formunu korumak ve saldırganlık dürtülerinin dizginlenmesini sağlamak amacıyla kullanıldığı bilinmektedir. (Arslanoğlu; s.172, 2005).
            Günümüzde spor organizasyonlarının hemen hemen hepsinin temel ilkelerinde barış ve saygıya atıfta bulunulmaktayken saldırganlık ve şiddete bu kadar sık rastlanılmasının altında sporcuların ve seyircilerin psikolojik, sosyolojik durumları yatmaktadır. Bu başlık altında inceleyeceğimiz sporcu açısından saldırganlık ve şiddet üzerine ise birçok farklı düşünce mevcuttur.
            Sporcuların saldırganlık ve şiddet boyutunun ortaya çıkmasında psikolojik durumları ve yetişme tarzları önemli yer tutmaktadır. İlk olarak yetişme tarzlarına değinecek olursak sporcular çoğu zaman çocukluk yaşlarından itibaren eğitimini gördükleri spor dalları üzerinde profesyonelleşmekte ve hayatının her döneminde bütün dikkatini benimsedikleri spor dalları üzerinde toplamaktadır. Çocukluğundan itibaren vücutlarını o spor dalının paralelinde geliştirmekte, algılarını o spor dalı ekseninde yönlendirmekte, yaşam felsefelerini dahi o spor dalı ekseninde şekillendirmektedir. Çocukluğunu da kapsayan bu geniş süreçte kişi için o spor dalı hayatının en önemli unsurlarından biri haline gelmektedir. Kişi süreç boyunca fiziksel ve teorik olarak ilgilendiği spor dalıyla ilgili tam donanımlı olmakla birlikte zihinsel yapı olarak da o spor dalında başarılı olmaya odaklanmış konuma gelmektedir. Sıradan bir insanın kendi geleceğine dair çevreden birçok farklı öngörü bulunmasına rağmen, profesyonelliğe erişmiş bir sporcunun çevresinin sporcudan beklediği tek bir beklenti vardır, o spor dalında başarılı olmak. Antrenmana gittiğinde takım arkadaşları, çalıştırıcısı, seyirciler; evine gittiğinde ailesi ve yakın çevresi, mahallesinde çevredeki insanlar ondan tek bir şey beklemektedir, başarmak. Yeteneğine inanılan bir kişi tüm çevresi tarafından kazanmaya güdülenmektedir. Normal bir insandan gelişimi boyunca her yaş döneminde çevre tarafından farklı beklentiler oluşabilmekteyken sporcular için beklenti her zaman aynı noktada seyretmektedir. Bu beklenti karşısında sporcular gelişim aşamalarının tamamında yüksek motivasyon ve odaklanma yaşamaktadır. Bu süreçte onun için önemli olan tek bir mevzu ehemmiyet kazanmaktadır; başarılı olmak. Bu yüksek motivasyonun bir sonucu olarak sporcular kazanmak için hırçınlığı ve şiddeti normal görebilmekte, sürekli tekrar sağlamadığı takdirde çevresi tarafından da anlayışla karşılanabilmektedir.
          
                  

           
Sporcular yetiştirilirken teknik ve fiziksel olarak donanım sağlamanın yanında o spor dalına adaptesini sağlamak adına hırs kazanması da beklenmektedir. Çoğu zaman çalıştırıcıları tarafından kazandırılan bu hırs güdüsü başarıya ulaşma arzusunu şiddete dönüştürmesi konusunda da tehlike arz etmektedir. Başarının en önemli psikolojik dayanaklarını oluşturan hırs ve konsantrasyon zaman zaman müsabakalarda bilinci devre dışı bırakmakta ve şiddetin ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktadır.
            Sporcu tarih boyunca asker gibi yetiştirilmekte, gelişim alanını büyük ölçüde spor aktiviteleri oluşturmaktadır. Genel algısı büyük ölçüde kazanma üzerine gelişen bu süreçte toplumsal ve entelektüel boyutta büyük ölçüde geri kalmaktadır. Zamanının büyük bir bölümünü antrenmanlara harcayan sporcu bu dönem boyunca eğitiminden çoğu zaman geri kalmaktadır. Eğitiminin geri kalması şiddeti algılaması ve toplumsal normlara uyum sağlaması konusunda sıkıntı yaşamasına sebep olmaktadır. Eğitim kişinin entelektüel gelişimini sağlamasının yanında toplumsal yaşamdaki davranışlarını şekillendirmesi ve nizama oturtması konusunda da katkı sağlayan bir unsurdur. Bu noktada kişi bu gelişimden geri kalmakla birlikte toplumsal ilişkilerde de zayıf kalması onun şiddete eğilimini daha da mümkün kılmaktadır. Bunun yanında sporcunun şiddetle ilişkisini belirlerken yetiştiricilerinin algı ve tutumlarını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Şöyle ki bir antrenör önemli müsabakalarda taktik gereği saldırganlık yapmasını isteyebilmektedir. Örneğin bir futbol müsabakasında gole giden bir oyuncunun kart görme ihtimaline rağmen rakibini düşürmesi çoğu zaman normal karşılanmaktadır. Oyuncunun durdurulması adına yapılan taktiksel fauller de normal karşılanmakta, akıllıca bir hareket olarak değerlendirilip takdir dahi toplamaktadır. Başka bir örnek olarak önemli müsabakalar öncesi teknik direktörlerin soyunma odası toplantılarını incelersek yapılan konuşmaların büyük bir bölümünü psikolojik ve konsantrasyon içerikli söylemler oluşturmaktadır. Böyle karşılaşmaların öncesinde motivasyon önemli bir unsur olarak dikkat çekmektedir. Sporcu karşılaşmaya taktik ve fizik olarak hazırdır. Bu noktada teknik direktörlerin söylemleri ne olursa olsun kazanmaları, müsabakanın önemi ve her şeyin kendilerine bağlı olduğunu tekrar belirtmek üzerinedir. Bu tür müsabakalarda sporcular çoğu zaman kazanma güdüsüne yenik düşmekte, rakibine zarar verme pahasına saldırgan tutum sergilemekte ve bu tutum şiddete dönüşmektedir. Fiziksel ve zihinsel olarak kazanmaya odaklanmış bu kişilerin sürekli id’leri beslenmekte, bu durum ise süper egosuyla olan uyumunu zedelemektedir. Bu yoğun baskıya maruz kalan sporcular çoğu zaman psikolojik desteğe ihtiyaç duymakta, zaman zaman psikolojik destek dahi yeterli gelmemektedir.
            Sporcunun şiddete başvurmasının temelinde yatan başarma güdüsü sporcu açısından büyük önem arz etmektedir. Öyle ki sporcu bir önceki galibiyetini, başarısını geride bırakmalı, bu alanda devamlılığını sürdürebilmesi için bir sonraki müsabakayı da başarılı şekilde sonlandırması gerekmektedir. Bu daha önce Kızıl Kraliçe Teorisi’nde bahsettiğimiz bir olgunun benzerini oluşturmaktadır. Aynı alandaki meslektaşlarının gelişimi kendisi için tehlike arz etmekte, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu kapsamda sporcunun yapması gereken ya yenilik getirerek estetik zevk ya da başarı getiren özgün aktiviteler oluşturmak ya da karşı tarafın gelişimine mani olmak üzerinedir. Rakibin üstünlüğünü kıramayan sporcu bu üstünlüğü baltalamak adına karşı tarafa kurallara aykırı şekilde şiddet yahut saldırganlık uygulayabilmektedir.
            Sporcunun üstünde baskı oluşturarak onu şiddete daha yatkın hale getiren unsurlardan bir diğeri de medyadır. Medya özellikle önemli müsabakalar öncesinde yaptığı haberlerle müsabakanın önem derecesini daha da yükseltmekte, kamuoyundaki beklentileri kat be kat yükseltebilmektedir. Takımlar ve oyuncular üzerine yapılan haberler bu kişi ve kuruluşlar üzerindeki baskıyı artırmakta, kişi ya da takımların kazanmak adına alacağı (şiddet, saldırganlık gibi) riskleri artırmaktadır. Bunun yanında taraftar tezahuratları ve yönlendirmeleri de sporcu üzerinde şiddete eğilim yönünde davranışlar sergilemesine sebep olabilmektedir.

                  

7 Nisan 2014 Pazartesi

ŞİDDET, PSİKOLOJİK BOYUTLARI, KIZIL KRALİÇE HİPOTEZİ VE PSİKANALİST YÖNTEM(2. BÖLÜM)

ŞİDDET


Şiddet bireyin doğumundan itibaren hayatının tüm aşamalarında ortaya çıkarma potansiyelini içinde barındırdığı bir olgudur. Doğumundan itibaren yaşama tutunma mücadelesi içine giren birey toplumdan kazandığı öğretilerle birlikte yaşama garantisini elde etmenin yanında hayat standartlarını da geliştirmek adına toplum içindeki yarışı sürekli sürdürmektedir. Psikanalist yaklaşıma göre bebeklik döneminde öz yaşam becerilerinin edinimi için harcanan emek bireyin ileriki yaşamında toplumsal rolleri gereği harcadığı çabanın temelini oluşturmaktadır. Öz bakım becerilerinin ediniminde yaşanan sıkıntılar şiddetin temelini oluşturmaktadır. Bireyin tuvalet eğitiminde evebeynlerinden aldığı dönütler bireyin ilerleyen yaşamında baskıcı ve saldırgan olması konusunda belirleyici olmaktadır. Bebeklik döneminde dışkının vücuttan atılması bebekte rahatlama hissi yaratmaktadır. Bu boşaltımın tuvalet eğitimi sırasında engellenmesi, katı tutum sergilenmesi bebekte baskı ve rahatsızlık yaratmakta, bu baskının edinimi ise şiddet davranışının kazanılmasına sebep olmaktadır. Bebeklik döneminde haz veren nesnelere ulaşım edim yeterliliği olarak tanımlanabilecek gücü oluştururken ulaşımın sağlanamaması durumunda ortaya çıkan davranışlar ise şiddet olgusunun temellerini oluşturmaktadır.
‘’Şiddetin çeşitli tanımlarında karşılaşılan ortak öğeler şunlardır: Kişinin canını acıtmak, yaralamak, öldürmek, mala zarar vermek amacıyla güç kullanmak; yasaya aykırı fiziki güç kullanmak; yasaya aykırı bir hedefe varmak için şiddet kullanmak ya da şiddet kullanma tehdidinde bulunmak; genelde kabul gören yasa ve ahlak ilkelerine aykırı biçimde fiziksel yok etme, gereksiz yere kırma, yok etme eylemleri; toplumsal ilişkilerde kabul edilebilirlik sınırlarını aşan zorlama eylemidir.’’(Özerkmen, s.3; 2012). Şiddet kavramı fiziksel ya da psikolojik olarak uygulanabileceği gibi toplumların yapısına göre farklılık da göstermektedir. Bir toplumun yadırgadığı şiddet uygulaması başka bir toplum tarafından kabul görebilmektedir. Toplumların normlarında da yer yer kabul görebilen şiddet eğilimleri kişinin başarısızlığını telafi etmesi bakımından şiddeti kullanmasına da dayanak oluşturmaktadır. Bunun yanında yadırganacak şiddet davranışları da belirli dayanak noktalarının belirtilmesi koşuluyla toplum tarafından kabul görebilmektedir. Bu durumda toplumun kabullenemediği noktayı şiddetin kendisi değil, boyutu ve uygulandığı olay oluşturmaktadır. Bazı toplumlarda bir erkeğin karısını öldürmek suretiyle darp etmesi toplum tarafından kabul edilemezken bu girişimin sebebinin karısının ahlaksızlığına bağlanması kabul gören bir gerekçe olarak karşımıza çıkabilmektedir. Cinnet anını ortaya çıkarmayan bir örneği ele alacak olursak evde şiddetli tartışma sonucu karısını yumruklayan bir erkek toplum tarafından yadırganırken bu erkeğin şiddetini kendine zarar verme sonucunu ortaya çıkaracak şekilde duvarı yumruklamak suretiyle ortaya çıkarması toplum tarafından yadırganmayacağı gibi kabul de görmektedir. Farklı toplumlarda farklı örneklerle olay halini alan bu durumlar ortaya çıkarmaktadır ki anormal karşılanan olgu şiddetin kendisi değil uygulama şekli ve boyutudur.


ŞİDDETİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ
 Şiddetin psikolojik boyutunda ise kişinin bağlı bulunduğu toplumda hayatta kalması, toplum şartlarına ayak uydurması, çevresindeki bireylere üstünlük sağlama güdüsü gibi etmenlerin yeterince gerçekleştirilememesi gibi etmenler yatmaktadır. Bir biyolog olan Van Valen’in ortaya atmış olduğu kızıl kraliçe hipotezi canlının bağlı bulunduğu topluma ayak uydurma zorunluluğundan bahsetmektedir. Bireyin kendi gelişimi toplumun gelişimi paralelinde olmalı ya da daha ilerde olmalıdır. Bireyin toplumun gerisinde kalması bireyin yaşam standartları konusunda zor durumda kalmasına ve yok olmasına neden olacaktır. Toplum ne kadar yenilenme içine giriyorsa birey de en az o kadar yenilenme ve gelişme ivmesini yakalamak zorundadır. ‘’Kızıl Kraliçe Etkisi’nin çıkış noktası, Lewis Carroll’ın (1960) ‘The annotated Alice: Alice’s adventures in wonderland and Through the Looking Glass’ isimli eseridir. Buna göre, masalın başkahramanı Alice, Kızıl Kraliçe’nin ülkesinde Kızıl Kraliçe ile birlikte koşmaktadır. Çok hızlı koşmasına rağmen olduğu yerde ancak kalabilen Alice, Kızıl Kraliçe’ye; ‘Benim ülkemde, bu kadar uzun süre ve çok hızlı koşarsan, herhangi bir yere varabilirsin!’ der. Bunun üzerine Kızıl Kraliçe, ‘Yavaş bir ülke! Burada gördüğün gibi, bu şekildeki koşman, seni ancak aynı yerde tutabilmeye yetmektedir. Herhangi bir yere ulaşmak istiyorsan, bu koştuğundan iki kat daha hızlı olmalısın.’ yanıtını vermiştir.’’(KOÇ, YAVUZ; s. 68, 2010). Bireyin toplumsal rekabetinin temelini bu felsefe oluşturmaktadır. Rekabete ve ayak uydurmaya odaklı bu yapıyla birlikte bireyler arası rekabet ve yenilenme bireylerin toplum olarak ileri düzeyleri ulaşması konusunda pozitif bir kolerasyon sağlamaktadır. Bu rekabet olgusuyla kişi toplulukları toptan bir gelişime doğru yönelmektedir. Bu yönelim sağlanırken ortaya çıkan kişiyi zorlayan görevler ve başarısızlıklar da şiddetin ortaya çıkmasının temelini oluşturmaktadır. Bebeklikte öz bakım becerilerinin karşılanamamasının getirdiği kasılmaların benzeri bu durumlarda da ortaya çıkmakta, bunun sonucunda bireyin şiddet yönelimleri de vücutlarının gelişimleri oranında büyüme göstermektedir. Bu noktada öz bakım becerilerinin eksikliğinin ve rahatsız edici uyarıcıların kaynağı uyaranların yerini başka bir uyaran olan başarısızlık ve istenileni gerçekleştirememe durumuna sebep olan her türlü unsur almaktadır. Bu noktadan hareketle şiddetin temel faktörleri, başarısızlık, kabul görmeme, isteklere ulaşamama, kabullenememe, mağlubiyet gibi unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kişinin günlük rutinlerini bozan durumların ortaya çıkması insanın kişiliğini oluşturan etmenlerin dengesini bozmakta, kontrolün kaybedilmesine sebep olmaktadır. Freud’a göre kişiliği oluşturan üç etmen vardır. İd, ego ve süperego. ‘’İd: Kişiliğin ilkel yönünü oluşturmaktadır. Daima haz ilkesine göre hareket etmektedir. Gerçek dışı ve mantık dışı istek ve arzularla, bireyin içsel dürtülerinin her ne pahasına olursa olsun derhal doyurulması doğrultusunda bir işlevde bulunmaktadır. Süperego: Kişiliğin ahlaki yönünü temsil eder.Tüm kararlarında ahlak ilkesinden yola çıkarak, katı ahlaki kurallar çerçevesinde özellikle id’incinsellik ve saldırganlıkla ilişkili isteklerini ahlaka uygunluğu açısından denetleyerek, kabul edilmesi mümkün olmayan aşırı istek ve taleplerin karşılanmasına karşı çıkar. Ego: Kişilik yapısının gerçeklik ilkesine göre hareket eden ve kısmen de olsa bilinçli olan bölümüdür. Kişiliğin idare meclisi gibi davranır. Ego, gerçekliğin sınırlarının zorlanmadan bireyin içsel dürtülerinden kaynaklanan ihtiyaçlarının uygun bir şekilde nasıl karşılanacağını tayin etmektedir.Bireyin başını belaya sokmayacak çözüm önerileri arar.’’(http://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/352/mod_resource/content/2/5._hafta-Kisilik_Gelisimi.pdf). Rutini bozan ve kontrolün elden kaçtığı noktalarda kişinin süperegosu id’ine yenik düşer ve kişinin ilkel yönü olan id kontrolü ele alır. Bu noktada önemli olan tek nokta kişinin arzuları ve şiddet duygularıdır. Bu noktada birey şiddeti ortaya çıkarır. Bu noktada süperegonun işlevi genel olarak şiddetin başka bireylere yansıtılmaması üzerinedir. süperego kazanımının sağlanma boyutu da şiddetin boyutu ve gerçekleştiriliş şeklinin belirlenmesi konusunda etkin rol oynamaktadır. Süperegonun işlevi kapsamında birey toplumdan dışlanmamak adına şiddet eğilimini diğer insanlara yansıtmama konusunda belirli ölçüde çaba göstermektedir. Bunun yanında dahil olduğu grubun ya da toplumun şiddeti normal karşılaması şiddet eğiliminin boyutunu ve yapılma sıklığını artırmaktadır. Kişinin kendi başına bir dükkanın camını kırması çoğu toplumda nadiren gerçekleşen bir eylemken kişinin toplumsal kaosun olduğu bir ortamda şiddet besleyen bir toplum içinde dükkan camı kırması sıklıkla karşılaşılan bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde bireysel olarak saldırganlık yapma konusundaki güdülerini toplum kaygısıyla gizleyen bireyler, takımı yenilmiş öfkeli bir taraftar grubu içinde saldırganlık yapma konusunda tereddüt etmediği gözlenmektedir. 

6 Nisan 2014 Pazar

Birey ve şiddet (Bölüm 1) (GİRİŞ)


Saldırganlık her bir bireyde gizil bir dürtü olarak varlığını sürdürmektedir. Birey toplumsal yaşamda yer edinme, belli bir hedefe ulaşma, kendini gerçekleştirme gibi amaçlarla sürekli aktivite halindedir. Bu aktivitelerin başarılı olması kişide rahatlama ve kendine güven hissi yaratırken hedeflenen aktivitenin istenilen düzeyde gerçekleştirilememesi kişide huzursuzluk yaratmakta, kişiyi saldırganlık ve şiddet eğilimine sürüklemektedir.

            Psikanalist yaklaşıma göre insan aktivitelerinin temelini id ve süperego oluşturmaktadır. Toplumsal ahlakı temsil eden süperegonun insanın ilkel, vahşi yanını temsil eden id ile çatışması gündelik yaşamdaki davranışlarını temellendiren egonun oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Gündelik rutinde egosunu kontrolde tutan bireyler rutini bozan aktivitelerin ortaya çıktığı zamanlarda bu dengeyi sağlayamamakta ve ilkel yanı olan idi ön plana çıkmaktadır. Duygu ve davranışlarını kontrol edemeyen bireyler içgüdülerine yenik düşmekte ve şiddete eğilim göstermektedir. Kişinin ego kontrolünü kaybetmesinin temelinde bağlı bulunduğu toplumdaki gelişmeler ve yer edinme çabası yer almaktadır. Öyle ki birey yer edinebilmek, gündelik rekabette galip gelmek adına sürekli bir uğraş halindedir ve bu uğraşta başarısızlık, kişide rahatsızlık olgusu yaratmaktadır. Bu rahatsızlık hissini giderme adına birey ya başka uğraşlarda başarılı olup bu rahatsızlığı giderme eğilimine gitmektedir ya bir gruba dahil olup aidiyet hissi kazanarak rahatsızlığı telafi etmektedir ya da şiddet eğilimine girerek rahatsızlığın yarattığı kasılmaları rahatlatma yolunu seçmektedir.

Şiddetin toplumlarda bu denli yaygın olması, toplumun görev ve iş birliği eksenli ilişkilerine aykırı olan id’inin varlığından kaynaklanmaktadır. Bencil bir varlığı ortaya çıkaran id toplumla bir çatışma halinde olup kendi varlığını devam ettirme eğiliminde kontrolü zaman zaman ele geçirmekte ve insanı şiddete yöneltmektedir. Şüphesiz ki bu noktada toplum ilerlemesinin insanı yeni görevlere yöneltmesi ve kendini kanıtlama zorunluluğu ortaya çıkarmasının etkisi büyüktür. Van Valen’in Kızıl Kraliçe Hipotezinde de bahsettiği üzere evrenin ilerlemesi canlıların aleyhine bir durum olarak ilerleme göstermekte, kişinin kendini kanıtlama ve bu gelişim ekseninde gelişim göstermeye yöneltmektedir. Bu gelişim zorunluluğu estetik ve lüks bir ihtiyaç olmaktan çok yaşamını devam ettirebilmesi için zorunlu bir aktivite gereği olarak hüküm sürmektedir. Bu durum türler arasında rekabet olgusunu ön plana çıkarmakta ve bu rekabet kaybeden tarafta huzursuzluk yaratmaktadır.


Kişinin kendisini gerçekleştirmesi ve aidiyet kazanımının sağlanması adına taraftar gruplarına dahil olma ve fanatizme yönelmesi durumu yıllardır en popüler yönelimlerdendir. Bu aşamada birey toplumsal faaliyetlerdeki başarısızlıklarının ve yalıtılmışlıklarının yarattığı huzursuzluğu bu gruplara dahil olarak gidermekte, grup psikolojisinin getirdiği şiddet vb. faaliyetlerle deşarj olmaktadır. Şiddetin bireysel olarak zor ortaya çıkmasının önündeki engel olan toplumsal kabul olgusu bu grupların verdiği rahatlıkla ortadan kalkmakta ve şiddeti kendi içlerinde meşrulaştırmaktadır. Bunun yanında profesyonel sporcunun varlığının temel kaynağı haline gelen spor faaliyetleri ve kazanma güdüsü sporcunun id’ini ön plana sürmekte ve sporcuyu kazanma adına yahut başarısızlığı kabullenememe adına şiddete sürüklemektedir. Bu iki şiddet eğiliminin de temelini eğitim eksikliğinden kaynaklanan süperegonun id karşısında gelişememesi durumu oluşturmaktadır. 

3 Şubat 2014 Pazartesi

Pencere Kenarında Ölümü Beklemek... (Yaşlılık)

PENCERE KENARINDA ÖLÜMÜ BEKLEMEK…





Zordur ölümü beklemek, bir yatağın ucuna oturup pencereyi izlerken…
Zor gelmişti yaşlılık, yetmiyordu yaşam enerjisi günlük ihtiyaçlarını karşılamaya. Ses etmiyordu da anlatmaya kalksa anlatamazdı şüphesiz. Göz yummuştu bu duruma. Alışmıştı belki kabullenmişti bilinmez. Arada döverdi kendini fazla taşımayan dizlerini. İsyanı kendine eziyetinden öte geçmezdi, yakarırdı arada da al artık canımı diye. Korkuyla yükseklere bakardı derken. Yukarda olduğu söylenmişti yaratanının. Dilim dilimden anlamaz kendi kendine konuşur da sen idare ediver der gibi arardı tanrısının gözlerini. Bir gözü katarakttan tamamen kaybolmuş, bir gözü diğerine nazaran daha iyi görmekle birlikte buğulu görüntüleri lütuf sayardı. Ölümü unutmadığı zamanlarda hep uzaklara bakardı. Gelen de olmazdı bu saatten sonra.Ya Azrail ya da yaratanı gelir diye düşünür, korkardı.  Arada aklına kimlerin ardından ağladığını düşünürdü de güçsüz sağ elini o zamanlarda kaldırıp önündeki anıları silkelerdi gözleri önünden. Yaşamış en hüzünlü şarkı, yıllanamamış bir şaraptı artık.

Zordur ölümü beklemek, hazır değilsen. Yapamamışsan yapmak istediklerini, gidememişsen yürüdüğün yolun sonuna, sevememişsen sevdiklerini bilerek ve isteyerek. Kavgayla geçmişse ömrün, iki yakaya da yaranamamış bir düğmeysen eğer ve kavuşturamamışsan bu iki küskün yakayı…
Hiç sevildiğini hissetmemişti. Sevmemişti de belki hiç. Bir oğlu vardı, kendinden bir parçaydı ondan severdi onu da. Hiç sokağa çıkmamış, hiç merak edip araştırmamış, dış dünyayı parmaklarının ucunda hissetmemiş olsa da yapamamak ayrı bir acı, yılgınlık veriyordu. Dediğim gibi isyan edemezdi, korkardı tanrısından ve dizlerini döverdi. Ne kendini gerçeğin kesifliğinden kurtaracak masalları vardı ne de zamanını hoşa geçirecek edebiyatı. Tv programlarını dinlerdi arada, şanslıysa da insan varsa yanında onlara dünyayı zindan ederdi, bir de ufak tefek işleri yapmaya çalışarak mutlu olurdu. Dünyayı sorsan evinden Ankara kadardı. Bildiği isimlerden bir sınıf dolmazdı belki cahildi de. Okuma yazmayı bilmezdi de ama ölüm nasıl bir şeydir, Azrail nasıl beklenir bilirdi. Ölümü beklemeyi bilmek için alim olmaya gerek yok belli ki dünya bilgini de olsa azraili beklerken tüm insanlar cahildi.

Gün boyu pencere önünde bekliyor, kimin yanındaysa yanında olmayanları özlüyor. Pencereden dışarıyı izliyor sürekli – özellikle de geceleri-. Eskisi gibi boş da bakmıyor artık, bakışları manalı. Cahil boş bakışının yerini insan içgüdüsünün doğasında yer alan bilgiç bakışa bırakmış. Bir yandan da kendisine atılan kazıkları, hayırsız evlatlarını, kendisine çektiren kumasını ya da beylik laflarını düşünüyor belli ki. Kendisine verilen değer ya da ilgi konusunda bilgisi olmasa da memnuniyetsizliği içgüdüsel fark ediyor insan. En büyük hayalini sorsan ölmemek der.Öyle ya çıkıp gezmese de dünya malına topraktan daha meyilli insanoğlu. Bir de Ankara’ya gitmek der tabii – Ankara’da olsa dahi-.
Yaşlanmaktan korktuğum zamanlardayım. Acizliği de hiç sevmem, insan acizliği gelince başa çekiliyor. Bardak da tutamasan ruhunu tutmak istiyor insan. Belki toprağın soğukluğu korkutuyor bilinmez de hapis hayatı yaşamadığını iddia edemez kimse. Kontrol ettim, yine uyumamış. Görünmeden yokladım gözlerimle yüzünü, yine aynı hüzün… Gece vakitlerini pek bir seviyor artık. Hazırlıksız yakalanmak da istemiyor belli ki. Bir ölüm vakasından ziyade yaşlılık vakası daha hüzünlü gelmiştir hep. Dünyanın gerçekle hakikat arası araf olduğu, iki dünyaya da iki beden düşük gelinen zamanlar.


Her ölüm erken ölüm olsa da genç ölmeyi istemeli her insan. Yaşlı ölmemeyi... En azından lanetlenip dünyada ebedi kalacağını düşündürecek kadar olmamalı… Bir de ne istiyorsa yapmalı, ölçülü olarak ve geç olmadan tabii… Yanlışın azabı can yaksa da fazla sürmüyor lakin yapmadıklarının yapamadıklarının yükünü tüm yaşlılığında çekiyor insan. –pencere kenarında- …

23 Ocak 2014 Perşembe

DÜŞÜNCE AKIŞI-ALGISAL ÜTOPYA...



(not: bu nottan itibaren başlayan yazı bir düşünce akışı olması bakımından hiçbir anlam, kural, noktalama işareti ve benzeri şey taşımayacaktır. buna dair bir örnek var mı? evet var. ama bu örnekler bu saatte beni biraz olsun ilgilendirmiyor. bu yazıyı yazarken kendimi hür, biraz depresif, rahat hissediyorum. eminim ki buna hakkım var.)

yuvarlak bir masam var bu masaya yeni yaratmış olduğum tam yedi karakter oturttum bu karakterlerin üç tanesini iş sahibi parası haddinden fazla olan yani gelecek kaygısı olmayan adamlar yaptım hatta o kadar kibirli zengin ve aptal ki bu adamlar kendilerinin hayali bir karakter olduklarını unutup karşılarında oturan dört kişinin masada olmalarını nezaketsizlik olduğunu düşünmekteler bir tanesi bankacı aklında yarım bırakmış olduğu işleri var bu saatte bu masada oturmak yerine son bir kez işlerine göz atıp aile fertlerine zaman ayırmadan gidip yatmak var muhtemelen hikayenin bu şekilde devam etmesine karşıdır lakin ben ona düşüncelerini söylemesi için fırsat vermeyeceğim diğerine geçelim bir tefeci aile yaşamından anlamaz pek bunun yanı sıra edebiyattan hoşlanmaz böyle konulara malzeme olmayı da sevmez hani işini yapmış adam cebine parasını koyup o paradan on lirasını çıkarıp marlboro lightını almış keyifle tüttüren adamdır böyle adamları sever çünkü parasını satabileceği güzel insanlardır bunlar paradan iyi anlar verdiği paralar uğur getirmez pek lakin bir kere parasını alan yakasını da kurtaramaz pek ondan bu masadan olduğu için bana çok kızıyor fakat bankacıyı gözüne kestirdi yanı başındaki biraz sonra tanışacağınız ekonomi bakanına çaktırmadan bankacıyı ağına düşürebileceğini düşünüyor düşürecek de ama nasıl düşüreceğiyle sizin bir alakanız olmayacak bilmeyeceksiniz de ve sıra geldi ekonomi bakanımıza çok önemli bir toplantısını aksattı bizim için aslında bakarsanız bana o kadar kızgın ki işinden alıkoydum aslında işini yürüttüğünde sonucundan etkilenecek kişilerin tamamı bu masada ekonomik dengeleri oturtmak için birazdan tanışacağınız memurdan biraz kırpacak öğrenciden biraz daha harç alıp okullara yardımdan kesecek bankalara para akışı sağlayıp iş sevmez bankacımızı iş altına sokacak ve bu karmaşada eline geçirdiği parayı farkında olmadan yanı başındaki tefeciyle paylaşacak cebi dolu amcalarımızdan sıyrılıp sefillere geçtiğimizde ilk sırada bir anarşist var klişeleşmiş lafları her zaman dilinde her şeye karşı bir anarşist aslında sadece parayı bulamamış bir kişi ona kar sağlayan birşeyle karşılaşmamış henüz cebine iki bin tl sıkıştırıldığında dolabına sakladığı nüfus cüzdanını taşımaktan gocunmayacak bir kişi aslında karşı olacağı şeylerin tamamının ortak bir noktası var bu ortak nokta karşı çıkacaklarının tamamının bedava olması emek harcamayı pek sevmez lakin yanı başında oturan öğretmen amcamızın yerinde olup bordro sahibi olmaya da hayır demez hani keşke biraz çalışma gücü bulsaydım der ve alışkanlık ya bunu dediği ufak sürede kendinden utanır ve etrafındakileri izlemeye devam eder öğretmenimize gelelim burada olmak sıkıcı geliyor ona da kaçırmış olduğu dizide muhtemelen adam kadına tecavüz etti ve düğüm çözüldü şahit olamamaktan son derece huzursuz bir bardak çayını içip kanepede uyuya kalma geleneğini devam ettiremediği için kızgın bir öğrencimiz var aslında yapacak pek bir işi yok yarınki sınavına uyumadan da gider neticede masada olmaktan rahatsız olmak yerine masada bulunmayı son derece ilginç buluyor konuşacakları var fakat konuşmanın başlamasını bekliyor ve son sandalyeye de ben oturuyorum aslında hiç muhatap olmak istemem ama canım sıkılıyor işte oturuyorum kendimi tanıtıp söze başlıyorum konuş diyorum diyorum bakana kime neden karşısın şu hayatta bakıyor bana ve etrafındakilere biraz tedirgin lakin makamının verdiği öz güvenle başlıyor ilk olarak muhalefet partisinin politikasına karşı çıkıyor eleştirilerini saçma ve seviyesiz buluyor ekonomi planlarına son derece bağlı ve başarılı olduğunu düşünüyor basının tutumuna karşı devlet sırlarını sızdırmaktan asılsız suçlamalar yapmasından ve yalan haberler yaymasından dem vuruyor memura da yükleniyor öğretmenin suratına bakmadan geçinmesine yetecek maaşı verdiklerini ve bunların allahtan belasını istediklerini söylüyor şükretmeyi bilmiyormuş memur onu da söylüyor bankacı daha fazla dayanamayıp söze atlıyor ekonomiden biraz biraz anladığı için ekonomik yaptırımları son derece ağır politikayı son derece başarısız bulduğunu söylüyor hükümete karşı ama işini kaybetmekten de korkuyor biraz sırası gelmişken patron baskısına da karşı olduğunu belirtiyor konuya dönerek cari açığın yükseldiğinden devletin iflasa sürüklendiğinden dem vuruyor hükümete oy veren vatandaşa patronuna politikaya ve cebindeki paranın azlığına karşı kısacası bir de çalışma saatlerinin fazlalığına karşı daha az çalışma saatiyle daha fazla istihdam sağlanabileceğini düşünüyor kafası da fazla çalışmıyor anlayacağınız üzere tefeci atlıyor hemen ekonomik politikaların doğruluğundan bahsediyor o da bankacıya karşı vicdan iyi niyet gülen yüz ya da para dışında her şeye karşı olduğunu anlatıyor üstü kapalı bu karışık ortamları seviyor aslında bu paranın kokusunu almak onun için aslında o da biliyor ekonomi politikasının beş para etmez olduğunun anarşist atlıyor ardından devlet düzeninin onu oluşturan yapıların tümüne karşı olduğunu söylüyor hayallerindeki dünyayı anlatmaya kalkacakken hepsi susturuyor bu gereksiz adamı da öğretmen ele alıyor lafı gayet çekingen bir tavırla hükümetin eğitim sisteminin yanlışlıklarından bahsediyor programın yararsız olduğundan dem vuruyor eğitim sistemine giriş yaparak akıllıca davrandığını sanıyor girizgahtan sonra maaşların azlığından yaşam sıkıntılarından emekliliğe dair kaygılarından bahsediyor diziyi kaçırmanın vermiş olduğu rahatsızlıktan da bahsetmek istiyor ama vazgeçiyor sonunda bir an kendi mesleğini icra etmekteki beceriksizliğini hatırlıyor ve susuyor yaslanıyor arkasına her kelimeyi kullanıp da hiçbir şeyi anlatamayan koca adamlar etrafındaki herkesi haksız ve saçmalamış olarak bulmuş bir şekilde öğrenciye dönüyorlar ben de tabii merak ederek dönüyorum şu ana kadarki olayları son derece ilginç bulan öğrencimiz söz hakkının kendine gelmesine şaşırıyor kürsü nutuk meraklısı o kadar dallamanın kendisine bakmasını garipsiyor ve çekinerek konuşmaya başlıyor anlatılanları son derece ilginç ve saçma bulduğunu söylüyor bir üst nesil olan bu insanların bi halt bilmeyen adamlar olduğunu fark ettiğini söylüyor karşı olduğu o kadar şeyin de saçma olduğunu anladığını söylüyor okulu bırakmaya karar verdiğini etrafını oluşturan bu kitleden uzaklaşmak istediğini okuduğu halde geleceğinin şimdi neden bu kadar kararmış olduğunu anladığını söylüyor her türlü çabaya girişmiş olsa da insanlar geleceğin beklenen gelecek olmayacağını anladığını söylüyor düşünüyor düşünüyor düşünüyor her şeye karşı çıkmak geliyor elinden anarşisti görüp vazgeçiyor okuyup adam olmak geliyor bakanı görüp ondan da cayıyor karanlık işlere girip köşeyi dönsem diyor tefeci geliyor aklına az uz okuyup memur bari olayım diyor bankacıyı görüp tövbe ediyor hiç isyan etmeyeyim kaderime razı olayım diyor öğretmenin aptal bakışını görüp vazgeçiyor sonra bana bakıyor göz göze geliyoruz uzun müddet bakışıyoruz durumu anlıyorum kalkıyorum yerimden ve usulca masayı terk ediyorum yaşanılan çevrenin küçük bir örnekleminin oturduğu masadaki insanları karşı çıktıklarını hayallerine dair izleri ve kalitesizliklerini görmek yetiyor bana da öğrenci ne yapacağını iyi biliyor koltuğuma oturuyor hafiften bir gülümsüyor ve hepsini yok ediyor başlıyor kendi hikayesini dünyasını ve karakterlerini yazmaya biliyor ki gelecek karşı çıkmakla değil yeniden yaratmakla çizilir bu vakitten sonra

İNSANLIĞIMIZDAN HARCAYARAK PARLAYAN LAMBALAR! SÖNDÜĞÜNDE, YOLUMUZU GENÇ ''MUMCU''LAR AYDINLATSIN!.. (UĞUR MUMCU ANISINA...)



Süleyman Demirel’in verdiği namus borcu yerine getirilmedi. Az namussuz değildik de tescilleyenimiz yoktu. İlk tescil de değildi gerçi son tescil de olmayacak…

Peki bütün bir nesle harf harf kelime kelime anlatılması gereken bu önemli şahsın sadece bir kesim tarafından sahiplenilmesinin sebebi neydi? İdeolojilere tıkanmış, gözleri karartılmış tahammülsüzleştirilmiş ve anlayışsız toplumumuz mu?




Çocuktum anlatanım yoktu. Televizyonlarda gösteriyorlardı. Kim ölmüştü ne olmuştu neden olmuş bilmiyordum. İçim acımıştı, çocukluğuma denk gelen yıl dönümlerinde en sevmediğim kişi dahi olsa arabasının bu şekilde yok edilmesini istemezdim o yaştaki aklımla - hele içinde kendisi varken.- beni düşünecek olacaklar ki kanallar sonraki habere geçtiler. Yıl dönümlerinde andılar, ağladılar, mumlar yaktılar da söylemediler bize. Ne oldu? Nasıl oldu? Kim yapar? Niye yapar? Öğretmediler diyorum ya. Hep aynı resim, mumlar ve mumcular. Üzülenler yok mu? Var ve bizden çok uzaklarda…



Sağ kanat gözleri kapalı gelip geçer bu diyarlardan. Sormaz sorgulamaz da pek. Sahiplendiği ülküler kutsaldır da bahçenin dışına da bakmaz pek. Kabullendiklerimi sorguladığımda algıladım ben dış dünyayı, fikirlerin kutsal ideolojilerin beşeri olduğunu. ‘’Hiçbir düşünce alternatifsiz değildir. Her düşüncenin ve her uygulamanın karşı seçeneği vardır. Siyasal iktidara alternatif aramayan toplum kendini “totaliter” düşünceye teslim eder. Demokratik toplum, alternatif arayan toplumdur.’’ Dedin dinlemedik, okumadık...

Üzülerek söylüyorum ki sağ kanattan sol taraf pek bir çirkin gösterilir alt nesle ve o yolda ölenler öldü diye geçiştirilir. Ece Temelkuran’ın hayatını anlattığı ‘’Memleket İsterim’’ programın ufak bir kesitinde bahsettiğine bakılırsa sol kanatta da aksi bir durum mevcut. Bu büyük insanın hazmedilemez katlinin yıl dönümünde bunları anlatmak istemem de her şey bu noktada başlıyor.

Üniversite yıllarımın başlarına dek pek (cehaletimdir!) umursamadığım bu katledilme vakası ilerleyen dönemlerde ülke vatandaşı olarak utancımı besleyen bir vaka olarak günümüze kadar süregeldi. Ankara güzel insanları karlar altında almayı sever. Ankara da almadı gerçi, haince bir planla arabasının altına yerleştirilen patlayıcıyla katledildi. Yüreğimiz parçalandı da gücü her şeye yeten devletimiz aydınlatamadı karanlık vakayı. Aydınlatmak da istemediler. Aykırıydı, öyle ya toplumda pek sevilmez sağlam adım atan, araştırmacı, işini iyi yapan, başkalarının işlerine burnunu sokup(!) gizli kapaklı işleri gün yüzüne çıkaran insanları. Öyle ya ölümü de hiçbir devlet adamının samimi olarak canını sıkmadı. Nerden biliyorsun deme sıksaydı çözerlerdi olayı.

Peki neden üzülmedi kimse, niye illa çözülecek bu olay diye peşinden koşmadı yıllarca? Koşamazlardı, korkarlardı. Çünkü attığı her sağlam adımda bir kuyruğa basan bir adam vardı karşılarında. Köşeyi dönen bir sinsi gölge gördüğünde peşini bırakmazdı. Korkmazdı da ara sokaklardan, dolambaçlı yollardan. İlkeleri, azmi ve sabrı vardı. Mesleğini sever, çalışır ve anlatmaktan da yorulmazdı. Ondan sonra da çıkmadı zaten ne araştırmacı ne de gazeteci. İki üç beden fazla geldi kendisi sanırım bu topraklara. Genel bir durum vardır zaten bizde sana dokunmayan yılan bin yıl yaşasındır. Yılan yıllarca yaşadı, büyüdü, beslendi de dokunmadı dedik, ses etmedik. Bir insanla insanlığımızı kaybettik.

‘’Ellerini kana bulayanlar, içlerindeki korkularını mezar taşlarıyla yaşayanlar, aynı adaletsizliğin ve aynı suçun ortaklarıdır hep birlikte. Gözlerin açıksa göreceksin. Kulağın sağır değilse duyacaksın. Ellerin kesik değilse uzanacaksın.’’ Dedin de gitmedi elimiz, görmedi gözlerimiz, ortak olduk suça, sessiz kaldık. ‘’Susanlar da bu insanlık suçlarına katılmış olur. Bu masum insanlar, Yahudi de olur, Arap da, Hristiyan da. Ölenlerde ırk ve din ayırımı yapılmaz. Ölen insandır.’’

‘’Biz unutkan bir ulusuz. Unutuyoruz olup bitenleri. Unutuyoruz ve oğulları kızları ölen ana babaları, kanlı gözyaşlarıyla baş başa bırakıp gidiyoruz.’’ Nasıl da biliyorsun bizi. Bir haber aralığı kadar sürüyor üzüncümüz sonraki haberde üç büyükler çıkıyor, küçükler büyüyor, büyükler küçülüyor gözümüzde. Tabii ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor.

Kendi derdimize boğulduk hep; korktuk, sindirildik, ezildik. ‘’Vurulduk ey halkım unutma bizi.’’ Biz toptan unuttuk. Yaşama sevincimiz ellerimizden alındı. Acı çektik, birbirimizi vurduk da acıya da duyarsızlaştık. Ses etmedik hiç, sen karışma herkes kendini kurtarır olan sana olur dediler, olur dedik. Öleni öldürüleni kınamadığımız gibi kulp taktık da ölümünü meşru kıldık. Ölüme sevinenler de oldu çok. Sevineni ayıplamadık, alkış tutanlar oldu, görmezden geldik.


Ne zaman olacağız? Ya da olur muyuz? Zor gözüküyor. ‘’Ne zaman uygar olacağız bilir misiniz? Bir katil ya da kaçakçı ile bir aydın arasındaki farkı anladığımız gün!’’ ayıramıyoruz iyiyi, kötüyü, haklıyı, haksızı… beynimiz bulandı, işler yolundan çıktı da vardır bir bildikleri dedik sineye çektik.


‘’Her kim ki din sömürüsünü kullanır, bir süre yararlı olur belki, ama sonunda mutlaka seçim sandığında yenilgiye uğrar. Halk, din sömürüsünü affetmiyor. Bu son derece önemli bir sonuç, olgu ve gerçektir.’’ Demişsin onu bile ayırt edemedik. Seni de yalancı çıkardık durduk yere. Allah dedik de diyenlerin peşinde. Allah Allah diyemedik bi türlü bu haksız gidişe. Şaşırmadık olan bitene, ses de edemedik. ya kuyruğumuzu kıstırıp düzene ayak uydurduk ya da kuyruğu dikenlerden olduk da kuyruksuz yaşamayı akıl edemedik.


‘’İnsanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. Devrimcilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. Yolsuzlukların devlet yetkililerini sardığı bir düzene Anayasa düzeni denilemez. Bu, katiller demokrasisidir. Bu, hırsızlar düzenidir….’’ Hukuk devleti de olamadık biz. Tekeri patlamış bu düzeni rayına oturtmayı beceremediğimiz gibi bu yolda emek harcayanların katledilişini de çekirdek eşliğinde izler olduk. Bu yolsuz düzende çizgimiz de bozulmadı şükürler olsun. Yıllar önce söylediklerin hala değişmemekle birlikte her geçen gün artarak devam ediyor, daha da çirkinleşiyor. Çirkinlik çıkıyor ortaya zamanlaması manidar oluyor, anayasa deniyor onun da hakkından geliniyor, insanlar katlediliyor, zaman aşımı hayırlı vaka olarak karşılanıyor. Gittin gideli bir kaosa tutulduk ki gidiyoruz önümüzü görmeden. Kendimizden, insanlığımızdan, hayallerimizden, umutlarımızdan tükete tükete emin adımlarımızla yürüyoruz karanlığa. Artık isyan da etmiyorum, kızamıyorum da. Dilimi de tutuyorum utanarak. Bize kalan insanlık, güzel insanların ardından birkaç dakika kızıp birkaç dakika üzülmekten ibaret oldu.Ümit ediyorum ki artık; Son gücümüz tükendiğinde, sokak lambaları son enerjimizi de harcayıp bizi karanlığa terk ettiğinde, bu karanlık yolu genç ‘’mumcular’’ aydınlatsın…

Uğur'lar olsun, mekanın cennet olsun, yolumuzu aydınlatan karanlıklarca söndürülmüş aydın.