‘’Tam
olarak nerde başlıyor?’’ dedi. Aslında bitti diye noktayı koyduğun yerde. Öylece
başlıyordu hamlığı insanlığın, öğrendim buymuş dediği yerde. Nerden itibaren
kayboluyorsun içinde kavramların? Dıştan bakıp ‘’bu mudur?’’ dediğin seferde. Asıl
hikaye şimdi burada başlıyor cancağızım. Nasıl oluyor peki? Yani doğru
kavramları yanlış kelimelerle harcamamak için sabrettiğin yerde şekil alıyorsun.
Durmak lazım daha çok, uzuuunca beklemek lazım. Kavramlara insanlardan çok
değer verdiğin yerde taş olmalısın belki, uzun yıllar geçmeli üstünden;
kavramların değil bizzat senin üstünden. Kavramlara doğru kelimelerle seslenince
anlaşılıyor değeri hem kavramın hem de insanın… O zaman daha da beklemek lazım,
öylece beklemek lazım hem de hiç bir şey yapmadan, mümkünse kıpırdamadan. Yıllanmak
lazım şarap şişesi gibi belki de, nasıl olsa ‘’zamanla ala oluruz…’’
26 Ekim 2015 Pazartesi
28 Haziran 2015 Pazar
HİÇ SES
‘’Sen mi geldin?’’
‘’Ben tabii ya. Birini mi bekliyordun?’’
‘’Yok ya, ne beklemesi. Kim bilir zaten buranın yolunu
senden başka?’’
‘’Ee herkes gittiğinde ben gelirim böyle hatırlanmak daha
gururlu olurdu.’’
‘’Üzülme. Kırmak için söylememiştim. Ben de seni düşünmüştüm
bir an. Öyle pat diye gelince gaflete düştüm.’’
‘’Biliyorum’’
‘’O da doğru. Benimki de laf işte’’
…
‘’Konuşmuyorsun?’’
‘’Gerek var mı?’’
‘’Ne bileyim konuşursun diye düşünmüştüm. Ne kadar sakin
değil mi ortalık? Kelebek kanat çırpsa pırpır sesi çıkar sanki’’
‘’Öyle. Her savaştan sonra öyle değil mi sanki? Kapanış;
sessiz, sakin, duru bir karanlık.’’
‘’Ne yapıyorsun sen? Dinlemiyorsun beni.’’
‘’Gökyüzüne bakıyorum. Ay parlıyor. Baksana nasıl yara almış
yüzeyi. Taş değil mi yüzeyi? Ne güzel parlıyor.’’
‘’Dağıtma konuyu. Hem arka yüzeyine bakacaksın yaralı yüzey
görmek istiyorsan. Merak ettin mi hiç?’’
‘’Harbiden öyle mi? Aaaa bak benim de aklımı karıştırdın.
Nasıl hissediyorsun?’’
…
‘’Cevap vermeyeceksen gideyim ben.’’
‘’Bi dur Allah aşkına. Düşünüyorum ne desem bilemedim.’’
‘’Biliyorum.’’
‘’Bilmiyorum çok tantanalıydı. Konuşmadık
hiç seninle o zamanları. Sürekli savaş halindeydim. Sürekli coşku, sevinç,
savaş. Hepsini bir yaşadım. Durmadı hiçbir şey şu anki gibi. Hep bir devinim
vardı. Bilmiyorum inan. Öyle değildim ki ben. Yani sese, kargaşaya, gün yüzüne
bulaşmazdım hiç. Sessiz diye gece yaşardım. Laf anlatmazdım hiç öyle uzun uzun.
Anlaşılmayınca bozulmazdım ya da yaralayıp yara almazdım.’’
…
‘’Bir daha böyle kırılmazdım
diyordum ne bileyim. Daha aklı başında olurdum. Dert etmezdim, ezberim vardı
bir kere. Bozmazdım onu diye düşünmüştüm. Defterde ne yazıyorsa oydu. Basit kurallar
vardı ve ona göre yaşardım. Yalnız da kalmazdım hem. Hani büyümüştüm de aklımı
da başına devşirmiştim. Basit kuralları uygulayıp yüreğimi nadastan
kurtaracaktım. Enkazı kim kaldırdıysa yeni binayı ona diktirecektim. Yalnız bırakmayacaktım
mesela ya da derdine ortak olacaktım. Çaresizken sarılacaktım, sorununa çözüm
arayacaktım. Ellerinden tutup göğe kaldıracaktım. Topladığı yıldızlarla
saçlarına taç yapacaktım. Biliyorsun hayal gücüm geniştir. Düşünmekle sınırı
yok hayallerin. Bir masal kahramanı yapacaktım belki. Ağzının üstüne gülen yüz
çizecektim belki ya da şiirlerde şarkılarda saklayacaktım. Nerde o şarkı çalsa
onu hatırlayacaktım. O parfümün kokusunu alınca o gelecekti hemen mutlu
olacaktım. Belki çocuksu hayaller kurup gelecek hesapları yapacaktım. Bu sefer
farklı diyordum hem bu sefer farklı. Ben farklıyım diyordum artık. Anlayışlıyım
diyordum. Bu kadın güldürür diyordum, öyle tebessüm değil kucak dolusu güldürür,
arsız kahkahalar attırır diyordum. Ben de onu derdinden sıkıntısından
arındırırdım. Liken gibi ortaklaşa faydayla yaşam sürdürür gideriz belki diyordum en kötü ihtimalle. Kadın diyordum. Her
şeyi sildiren, beni tekrar dünyaya getiren, büyütüp besleyen kadındı diyordum.
Seviyordum, se..’’
‘’ee’’
‘’Kesme lafımı. Biliyorum öyle
kolay da değil dağınık cümleleri bir çırpıda anlamak. Her şeyi söylüyordum aklımdan
geçen. Hiç düşünmeden ve durmadan koşuyordum. Yoğun bir savaş içinde gibiydim. Kendimle
onunla ve hayatla. Acımıyordu hiçbir yanım. Adrenalinden hissetmiyordum. Devinim
içinde acı çeksem de yaşadığımı hissediyordum. Bütün zihin yapım o nokta üzerineydi.
Elimden tuttu, beni ancak o kurtarır diyordum.’’
‘’Olmadı tabii.’’
‘’Kesme sözümü lütfen. Evet olmadı
çünk..’’
‘’Neden olmadı?’’
‘’Olmadı işte. Fikirlerimiz tutmadı.
Yaşam standartlarımız, algılarımız, anlayışlarımız tutm..’’
‘’Yalan söylüyorsun’’
‘’Nerden çıkarıyorsun? Hem bir
dakika sen bunların hepsini zaten biliyorsun tekrar tekrar neden bana soruyorsun?’’
‘’Böyle daha zevkli oluyor. Farkına
varıyorsun işte. Evet kurtarır diye dediğin kadın birebir sen çıktın. Spesifik tüm
sakat ve sağlıklı noktalarıyla sen çıktın. Melankolisiyle, gürültüsüyle,
heyecanıyla ve bıkkınlığıyla ta taaaa sevgilimiz sevgisinde kendisini buldu. ’’
‘’Saçmalama! Ben de
saçmalamayayım. Saçmalıyorum bence. Keser misin komik duruma düşürüyorsun.’’
‘’Komik değil bence. Bu kadar
saçmalama arasında doğruları da bulup çıkarıyorsun devam et derim.’’
…
‘’Etmiyorsun, peki. Peki şunu
söyle ne oldu? Yani her şey bitince ne oldu?’’
‘’Sakinlik. Yani at üstünde
koşmuyor dünya artık. Belki kaplumbağa kabuğunda devam ediyor. Sesleri net
ayırt edebiliyorum. Kafamın içinden geçenler artık daha durağan. Hissetmiyorum mesela.
Kızmıyorum, sinirlenmiyorum. İşin doğasından başka bir şey düşünmüyorum. Anlatamadım
ama sen anlıyorsun zaten. Yaptıklarımı düşünüyorum sadece. Öyle sinir harbinde
ya da pişman olarak değil. Bilim adamı titizliğinde ve robot ruhsuzluğunda
tahlil ediyorum. Kurtarma gibi de bir niyetim yok ne kendimi ne de
çevremdekileri. Sadece durum tespiti yapıyorum. Hiç olmasaydı demiyorum. Tekrar
olsaydı?, bilmiyorum. Tekrar ya da başkasıyla nasıl olur tahayyül edemiyorum. Tekrar
olur mu? Sanmıyorum. Aslında tek bir şey biliyorum şu an.’’
‘’Dur söyleme aman. Şunu söylesene,
ben kimim? Aslında biliyorsun. Sesli söyle yankılansın.’’
…
‘’Sana senden yakınım biliyorsun.
Bir isim de koymadın ama adımı biliyorsun. Yazdıklarında, çizdiklerinde, şu an
anlattıklarında hepsinde var. Ve ben de senin gibi düşünüyorum. Senin gibi yaşıyor,
senin gibi hissediyorum ve seninle ilk defa bu kadar yakınız.’’
…
‘’Ee hadi söyle ama. Cesaret biraz
lütfen. Hadi tamam istediğin gibi de hitap edip tanımlayabilirsin.’’
…
…
…
‘’……..Sevgilim?’’
‘’Ben geldim yine. Kopamıyor demi
düşüncelerimiz?’’
‘’Oyun oynuyorsun demi bana. Sen değilsin.
Yok sensin, o değil. Sensin değil mi?’’
…
…
‘’İç sessin, öylece iç ses. Başka
biri değil. Başka biri olsa bu kadar müşterek düşünemeyiz.’’
…
…
‘’Ne kadar sakin değil mi dünya. Bak
bir yarasa geçti, hiç sesi çıkmıyor. Bitmiş midir savaş bir gidip baksak mı?’’
…
‘’Sevgilim?’’
‘’Hı?’’
…
‘’Sessizlik güzel böyle ne
dersin?
‘’Bilmiyorum. Sessiz ol
hissederiz birazdan.’’
…
…
…
‘’Hayatım’’
‘’Hı?’’
‘’Büyüdük mü canısı?’’
‘’Büyüdük cancağızım…’’
26 Haziran 2015 Cuma
AH CEVRİYE, GÜZEL KADIN!
İki ricam olacak:
1-Bir alttaki hikayenin devamıdır dikkat ediniz.
2-Bu şarkıyı dinledikten sonra yahut şarkıyla birlikte okuyunuz. İyi okumalar...
Dış
dünyaya tepki olarak kendi içine kapanmış, modern tabirle ilkel kalmış
mahallelerin genel yapısıdır. Monarşik yapıyla düşünüp demokratik yapıyla
hareket ederler. Bizim mahalle de öyledir işte. Kendini içine almaya çalışan
dünya düzenine karşı kapıyı içerden kilitlemiş, tüm zorlamalara rağmen kendi
bildiği gibi yaşamakta kararlı insanlardan örülüdür mahallemiz. Okumuşluğumdan
sıyrılıp bizimkiler gibi anlatacak olursam mahallemizde örnek alıp
kutsallaştıracağımız bir olay ve bir insan muhakkak vardır. Bunlardan en güzel
iki tanesidir Abbas Abiyle Cevriye Abla.
Bilirsiniz
her mahallenin ‘’yaban gülü’’ olarak tabir edilen, modern dilde ‘’taş hatun’’
dedikleri bir ablası, bir kadını vardır. Bizim mahalleninki de Cevriye Abla. Yıllar
boyu mahalle ahalisinin gönlünü yakan, konum itibariyle ses çıkaramadıkları bir
afettir ablamız. Aynı zamanda mahallenin kuruluşundan bu yana dilden dile
dolaşan hikayenin de iki kahramanından biridir. Tahmin edeceğiniz gibi öbürü de
Abbas abimiz.
Geçen
ay yaşanan vahim bir olayın ardından Abbas abinin vefat etmesiyle öğrendik
efsanenin aslını astarını. Bizimkilerde adettendir biri vefat ettiğinde
cenazesinden sonra toplanılır, sevdiği insanlar son bir kez etraflıca anılır.
Abbas Abi vefat ettiğinde Cevriye Abla konuşmadan kimse cesaret etmedi
anlatmaya. Yaşadığı o büyük yıkıma rağmen gözünü kırpmayıp dimdik duruşuyla
kendine yeniden hayran bırakan ablamız, sesini ve gözlerindeki buğuyu giderdiği
an başladı konuşmaya.
‘’Kendimi
bildim bileli tanırım Abbas’ı. Yani onun olmadığı bir gün geçirmedim şu dünyada,
bugün dışında. Abbas kendi başına bir şeyler yapmaya çabalayan, etrafına karşı
çekingen bir çocuktu. Mahalleli ortaklaşa çeşitli oyunlar oynarken o kendi
başına çamurla oynar, ben de evcilik oynarken bir yandan hayranlıkla onu
seyrederdim. Abbas ‘’özel’’ bir çocuktu. Yani bazı konularda akranlarından
biraz gerideydi. Arkadaşlarının dalga geçtiğini görmesem de o kendini bilir ve kendini
geri çekerdi. O yaşına rağmen olayların farkında ve bunu aşmaya çalışıyor
izlenimine kapılırdım. Ben de bu durumunu hayranlıkla izler, yaklaşamasam da
bir gün onunla oynayacak olmayı hayal ederdim. Nitekim okula başladığımızda
hayalim gerçekleşti. Sorunlu bir ailenin tek çocuğum. Bir yandan prensesler
gibi büyütülürken bir yandan da kendimi bildim bileli evi idare ettiğimi
hatırlıyorum. Bunun verdiği cesaretle ilkokulda direkt yanına oturdum sıra
arkadaşı oldum. Tüm ömrüm boyunca aldığım en güzel karardı inanır mısınız? Ona ulaşmak
çok zordu. Farklı düşünüyor, farklı yaşıyor, farklı mutlu oluyordu. Güler dediğim
noktalarda gözleri doluyor, üzerim dediğim noktalarda gülücükler saçıyordu. Farklı
bir evrene giriyordum sınıfa geldiğim zamanlarda. Her sınıfa geldiğimde
muhakkak güzel bir şeyler olurdu. Üstü boyalı taşlar, kokulu silgiler,
sayfaları çevirdikçe hareket eden resim defteri. Mutlu bir çocukluk geçirdim
sayesinde. Ve sevgi bakımından doyum kaynağımdı Abbas.’’
Biraz
gözleri buğulandı, bir müddet bekledikten sonra devam etti Cevriye abla. ‘’Bilmezsiniz
siz Abbas’ın çiçekliğinin nerden geldiğini. Gençleşmeye başladığı anda bile
şeker gibi bir insandı kendisi. Bencil huyları
yoktu pek. Elinde avucunda ne varsa paylaşır, her işe koşar, akıl verir ve
mutlu ederdi arkadaşlarını. Diğer insanlardan geride kalan yanlarını normal
insan seviyesine çekmeyi başardığı gibi birçok konuda da yaşıtlarını geçmeyi
başarmıştı. Bir tek o hastalığın getirdiği mahcubiyeti atamadı üstünden. Liseye
gittiğimiz zamanlardan bir gün çiçek koymuş defterimin arasına. Başta fark etmedim
çiçeği. Defterin arasından sıyrılıp düşmesiyle bütün sınıfla birlikte haberdar
oldum çiçekten. Bütün sınıf çiçeğe odaklanmışken ben Abbas’a bakıyordum. Çiçekten
daha kırmızıydı Abbas. Yüzündeki şoka rağmen sakinliğini korur vaziyette çiçeği
yerden aldı, yüzüme bakamadan yakasına takıp koridora çıktı. Ses edemedim
arkasından, gidemedim yanına. O da dönmedi o gün geri. Ertesi gün hiçbir şey
yokmuş gibi davrandı. Sakin ve iyice içine kapanıktı. Birkaç kez konuşmaya
çalıştım da başaramadım. İlk göz ağrım, ilk heyecanım ve ilk aşkım çiçekle
birlikte yerle yeksan olmuştu. Çiçek Abbas lakabı, o günün gençleri arasında
hafızalara kazındı. Abbas’ın sevgisinden ve Abbas’a duyulan saygıdan kimse yaklaşmadı
lisede ve sonrasında yanıma. Ben de hiç öyle bir arzuya kapılmadım tabii. Hep o
güne isyan edip hiç olmamış gibi yaşamak zorunda kaldım. O günden sonra da
bahsi açılmadı konunun.
İlerleyen
yıllarda aramızdaki bağ bir sevgiliden öte kuvvet kazandı. Abbas boy attı,
mahallenin güzel abisi oldu, ben ise mahallenin gözdesi. Kapımdan çiçek ve
şiir, çevreden sevgi ve övgü sözleri eksik olmuyordu. Abbas göndermiş gibi
seviniyordum hepsine. Abbas da kıskançlık yapmıyor sevgiye dair ne varsa hoş
görüyordu. Tabii o ruhen güzelleştikçe ben ona bir kez daha aşık oluyordum. Mahalleye
huzuru ve sevgi saygıyı Abbas aşılamıştı. Yolda kimi görse bir şekilde tebessüm
ettiriyor ya da yardım ediyordu. Bütün mahallenin sevgilisi Abbas’ın bana karşı
sevgisi de kendiyle büyüyordu en az benimki kadar. Karşılıklı sus pus oluşumuz
bir anlaşma gibiydi. Dokunmuyor, dile getirmiyor, tepkide bulunmuyorduk bu
duruma karşı. Birkaç şey dışında tabii. Her sabah lokantamın önünden geçerken
yakasındaki gülü koklar, tebessüm eder ve elini kalbine koyardı. O elini
kalbine koyar, benim içim kabarırdı. Koşullanmıştım artık. Onun geçeceği
saatten on beş dakika önce kapının önünde bitiverirdim. Akşam da beni alıp
apartmanın önüne kadar getirmesi için beklerdim hep. Hafta sonları pazar alışverişimi
yapardı mesela. Yapma diyemezdik birbirimize. Ben de hafta başlarında o işe
gittiğinde gider evini temizlerdim. Bir nevi evli gibiydik aslında. Kapısının da
kilidi yoktu zaten. Ne gerek var, neyim var ki zaten der, kim gelirse güzel
karşılar, insanlara güvenirdi. Hayatı boyu kibardı yiğit adam. Kaldırmadı yüreği
o şeyi, o, o olayı.’’
Sonra
birkaç şey daha söylemek istedi de yüreği el vermedi Cevriye ablanın. Müsaade istedi
ve gitti. Hala gururlu ve güzel bir kadın. Bütün mahalleli hayranlıkla bakardı
dik duruşuna ve asaletine. Niceleri abayı yaktı. Kimseye yüz vermedi. Genç
kızlardan bazıları aşkını ablasına anlatır, bu devirde aşık olmak mı varmış der
şen kahkahasını atardı. Musallat olmadıkça ikisi için de sorun değildi Cevriye’nin
bu tür gönül mevzularına maruz kalması. İkisine de sönük geliyordu böyle
duygular. Kendi sevdalarının yanında sığ kalıyordu. Etraflarını saran dünyanın
komik bir vesvesesi olarak görüyorlardı kendileri dışındaki olayları. Meyhanede
babadan kız isteme geleneğini de Abbas abi getirdi mahalleye. Her şey tadında
yaşansın isterdi. Genci yaşlısı demeden herkesi sürekli dinlerdi. Bir kere
sesini yükseltmez, herkesi bir şekilde ikna etmesini bilirdi. Ölümüyle Cevriye
ablayı da öldürdü Abbas abi. Evinde cansız bedeninden haberdar olduğumuzda
üstünde yakasındaki çiçek de vardı. Cevriye abla bırakmıştı muhtemelen. İlk mahalleyi
terk eden de o oldu bir hafta sonra. Sonra da kimse kalamadı zaten.
Şehirler
arasında sıkışıp kalmış güzel bir masaldı bizim mahalle. Dünyanın en güzel iki
insanı birbirine denk gelmişti de kavuşamamışlardı bir çiçek yüzünden. Belki de
ikisinin birbirini sevgiyle beslemesiydi, beşeri bir şekilde kavuşamamalarıydı
onları güzelleştiren ve efsaneleştiren. Şimdi ikisi de birer kahraman gibi. Rengi
solmuş insan ilişkilerinde ve dünya düzeninde kıpkızıl açmış birer karanfil
belki…
22 Haziran 2015 Pazartesi
MODERN ZAMANLARIN GELENEKSEL DELİKANLISI ABBAS AĞBİ
‘’Allah’ım şu
hayatta kulların insaf etmedi. Sen insaf eyle de şu rakıdan yandığımız odun
kalitesiz olsun ya rabbiii’’
‘’Amiiin’’.
‘’Buyrun başlayın ağalar afiyet olsun.’’
Kültürüdür
mahallenin cuma akşamları genci yaşlısı meyhanede buluşur hasbihal eder. Kimi tek
kadehte eyvallah der kimi koca şişeye bana mısın demez. Açılış duasını ahalinin
en büyüğü eder. Dua bitmeden kimse kadehi eline dahi almaz. Dua bitip içmeye
başlanınca derdi olan derdini, fikri olan fikrini döker. Kimin ne sorunu varsa
orada oturur halledilir. Mesela adetlerden biridir ilk kadehler içilince gönlü
alevlenen genç varsa ilk kadehten sonra içlenir, kızın babasına derdini izah
eder. İş bu konu açılınca ilk cümleden durumu anlayan baba elini kaldırır. Elini
kaldırınca bütün meyhane o masaya dikkat kesilir. Aralarında fısıltılar
neticeye varınca baba kabul ettiyse iki kadeh söyler. Kadehin biri oğlana biri babaya
verilir. Baba ayağa kalkar, ‘’Oğlumun şerefine!’’ diye haykırır. Bütün ahali
tek bir ağız ‘’Helaaal!’’ der. O gün o meyhanede tek kelime kötü olay
konuşulmaz. Gönül işi bu ya neticede diyelim kabul etmedi. Tek kadeh ister
baba. Kadeh gelir, baba elleriyle takdim eder. ‘’Bahtın açık olsun evladım’’
der, gönlünü alır. Kendi boş kadehini kaldırır. ‘’ Ahmet evladım yuvamı
onurlandırdı, var olsun. Allah da onu doğru kuluyla onurlandırsın!’’ der, bütün
ahali ‘’Eyvallah, Ahmet’ime!’’ der hepsi aynı anda oğlanın şerefine kadeh
kaldırır. Gönlü alınmış genç mahcup bir ferahlama içinde hor görülmeden
masasına yol alır. O gece hüzünlü şarkılar çalar meyhanede. Gencin masasındakiler
genci kırmadan gönlünü alır. Gece başında meşe odunu gibi yanan genç, mangal
alevi gibi dinginlenir, o gecelik sakinleşir.
Haftalık
stresi alınan mahallede kavga gürültü olmaz pek. Kavga çıktığı durumlarda
mahallenin ileri geleni tarafından dinlenir, çözüme kavuşturulur. İlla çözülemeyecekse
birkaç ikazdan sonra haksız olan taraf göçe zorlanır. Fırını ekmeği keser,
manavı meyveyi. Berberin makası körelir, kasabın eti taze değildir. Çaresiz kalan
ev ahalisi başka mahallelerin yolunu tutar.
İleri
geleni çoktur da mahallenin ben en çok Abbas abiyi severim. Filmin etkisi ve
her daim hoş sohbetiyle Çiçek Abbas derler. Yardıma ihtiyacı olandan elini,
çocuklardan harçlığı, mahalle kadınlarından çekirdeği eksik etmez. Meyhanede
görün hele sohbetiyle, neşesiyle harbi harbi çiçek açtığı hissi uyandırır.
‘’Ooo
Selim hoş geldin.’’
‘’Hoş
bulduk Abbas abi, yer var mı?’’ ‘’Lan sana olmaz mı be. Kerim abine bir
sandalye getir.’’
‘’Bugün
ne konu abi?’’
Eskilerden bahsediyorum be Selim. Masayı
gençler şenlendirdi bugün bir fosil ben kaldım. Öyle doğma büyüme Ankaralı
değiliz elbet biz de köyden göçtük geldik. Bizim köyden koca bi sülale adım
attı ilk buralara. Ahanda bu baraj mahallesine yerleşti hepsi. Sonra köyde kim
sıkıştı şehre göç etmek zorunda kaldı buranın adresini verdi köylü. Hepsinin
evleri barkları aha bu mahalleliyle düzüldü, ayakta tutuldu. Güzeldi be eskiden
Ankara evim ha bura dediğinde kurulurdu iki güne. Zengini fakirinin toprağına
karışmaz, fakiri köylünün toprağına meyletmezdi. Herkesin yeri belliydi yurdu
belliydi. Kimse kimseyi hor görmezdi haliyle. Şimdi Başgan kovalıyor biz
kaçıyoruz. Her yer zenginin oldu. İki muhit arasına sıkışabildiysen ha böyle deme
keyfine. Doğasını da bozuyor mahallelinin bakmayın siz. Ha bizim kuşak taşır da
bu mahalleyi sizde bizden eser kalmaz demedi demeyin. Özeniyor gençler tabii
şaşalı binalara, lüks arabalara, onların alemlerine, dünyalarına. Bak evladım
büyük sözü dinleyin, görün tatmayın; bakın, aldanmayın; dokunun koklamayın. Sizin
ununuz belli hamurunuz belli. Bu saatten sonra bozarsanız ne size hayır gelir
ne mahallenize. Aha geldi bi avare daha. Bilal! Sen gel hele gel gel. ‘’Geliyorum
abi’’
Bilal mahallenin
en saf delikanlısıdır. Ucu kendine dokunmayan bütün mahalle işlerine koşturur
da mevzu kendiyle alakalıysa kendinden en ufak ödün vermez. Eli de biraz
sıkıdır. Sağlam yapılı eblek bakışlı bir çocuktur. Merttir de ağzı laf yapmayı
bilmez. Zengin mahallesinde bir kıza yanık. Ne dediysek caymadı. Bi işimiz
düştüğünde anında bitiverir, iş bitince görebilene aşk olsun.
‘’Bilal niye
gözlerin ağlamaklı?’’
‘’Bişey yok ağabey’’.
‘’Otur
bakalım, Bilal’ime kadeh getirin.’’
‘’İç tek
seferde’’
‘’Tamam
ağabey’’
‘’Heh şöyle şunu da iç.’’
‘’Tamam ağabey’’
‘’Aferin
anlat bakalım şimdi’’
‘’Ağabey
Pınar var ya. Alıverem seni dedim ona’’
‘’Ee’’
‘’Güldü bana’’
‘’Sen naptın?’’
‘’Ben de güldüm ağabey’’
‘’Sen niye
güldün Bilal’’ ‘’Herkes gülüyordu ağabey’’
‘’Şimdi niye
gülmüyon oğlum?’’ ‘’ Üzüldüm ağabey’’
‘’Oğlum
seviyorsan niye üzülüyon. Sevgi insanı üzer mi oğlum’’
‘’Üzer ağabey’’
‘’Oğlum, bak
sen onun seni sevdiğine emin misin? Dalga geçiyor olmasın?’’
‘’Seviyorum
dedi ağabey’’ gözleri iyice dolmuştu.
‘’Elini tuttun
mu oğlum? Elinden tutup arkadaşlarına tanıttı mı seni? Bak şunu beraber yapalım
dedi mi? Dişleri gözükmeden gözleri parlayıp gülümsedi mi hiç kahkaha atmadan?’’
‘’Yok ağabey’’
‘’Oğlum bak
sen genceciksin daha. Önünü ardını görmezsin. Yolunu bilemezsin. Dalga geçer
sevdi sanarsın, kahkaha atar sevindi bilirsin. Şu kafan var ya senin, o kafanın
içindeki hiçbir şey yok o mahallede. Anlayamazsın, sevemezsin, akıl sır
erdiremezsin. Vefa, birlik, sadakat, direnç, destek bunlar önemli şeyler. Senin
vefan ayrıı, onların vefası apayrı. Ne onlar sana yaranabilir ne sen onlara
yaranabilirsin. Seni severler, el uzatırlar kötüye yorarsın. Sen seversin el
uzatırsın, hafife alırlar. Davul bile dengi dengine be yiğidim.’’ Bilal bu
sefer katmerli bir acıya derman olsun diye hızlı gidiyordu. İçki bu tabii her
gönlü hoş etmiyor. Abbas abi kalktı masadan. Bilal anlatmaya başladı. Geri geldiğinde
elinde iki avuç ceviz vardı. ‘’Ben o kızı kaçıracam ağabey’’. ‘’Kaçırmayacaksın,
tut bakalım şunları tek elinle.’’ zar zor da olsa kavradı Bilal. ‘’Aha bunlar yüreğine
yüklediğin yük Bilal. Hepsini tutarsan yoluna gidemezsin. Sarsılırsaan zamansız
düşürürsün. Aklını başına devşir Bilal. Kendine uygun olanları seç, sıkı sıkıya
onları kavra Bilal. Tökezlersen, yoluna taş konursa, sarsılırsan hepsinden olma
Bilal. Oranın kadını kelebek gibi Bilal. Tutarsın toz olur, salarsın uçar
gider. Sen eli nasırlı adamsın, elinde o kelebeği sağlam zaptedemezsin Bilal.’’
Rakının getirdiği
etkiyle Bilal’in dilinin kemiği erimeye başladı. ‘’Ederim ağabey’’
‘’Edemezsin
Bilal’’
‘’Ederim
ağabey’’ her başkaldırışta ses tonu bir perde artıyor, bir yandan elindeki
cevizleri sıkı sıkıya muhafaza ediyordu. Zıtlaşmanın ve alkolün verdiği etkiyle
iri yumruğunu olanca gücüyle masaya vurdu. ‘’EDERİM LAN!’’ sesi gürdü tek. Elinde
sımsıkı tuttuğu cevizler dışında bütün vücudu uysallığını koruyordu. Hiddetli haykırışının
sonlanmasıyla Abbas abinin nasırlı ve hacimli avucunun Bilal’in yüzüyle
buluşması bir oldu. Bilal bir tarafa cevizler bir tarafa savruldu. Abbas abiyi
ilk defa bu hareketiyle gören bütün ahali sus pus olmuştu.
‘’Bak avcuna
itoğlit’’ Bilal ağlıyordu. Boşalan eli refleksif olarak sımsıkı yumruk olmuştu.
Hüngür hüngür ağlamaya başladı.
‘’Baktım
ağabey’’
‘’Ne var lan
elinde?’’
‘’Hiçbir şey
ağabey’’ iyice gözyaşlarına boğuldu.
‘’Var orada
iyice bak’’
‘’Yok ağabey’’
‘’Canın var
lan senin orada canın. Aha bir tek o kaldı elinde. En ufak sarsıntındı bu
Bilal. Tek tokatlık mı yetiştirdi baban seni. Siktir git kendine gel şimdi. Yarın
da yanıma uğra.’’
‘’Bundan sonra
o mahalleye gönül salan bu meyhaneye adımını atmasın.’’ Elini masaya vurmasıyla
Bilal’le sarsılan masanın yere çökmesi bir oldu. İlk hiddetini göstermiş, mahalleliye ilk
büyük huzursuzluğu tattırmıştı. Meyhaneyi terk etti. Ardından bütün ahali evin
yolunu tuttu.
Gün geçti
Bilal kendine geldi. Ağabeyinin lafını dinledi, yanına uğradı. Alkolün etkisi
geçmiş, ağlaması kat be kat artarak devam etmişti. Bina önündeki kalabalıktan
sıyrılıp eve girmeyi başardı. Abbas ağabeyini görünce dağ gibi çocuk olduğu
yere çöküverdi. Kaba cüssesine rağmen zarif adamdı Abbas abi. Evladı gibi
gördüğü delikanlıya kaldırdığı eli, bozduğu huzuru kaldırmamıştı o güzel
yüreği. Sabaha karşı diyorlar, soluvermişti Abbas abi. Bilal kendine geldi,
tabutunu da en önde o taşıdı.
Mahalleli o
günden sonra ne meyhaneye uğrar oldu, ne de sohbet eder oldu. Mahallenin yaşlıları
yavaş yavaş göçmeye başladı. Bir daha neşe ve huzuru yakalayamadı ahali. Güleç yüzleri
gitmiş, çiçekleri solmuştu. Gökçek geldi zaten sonra. Buraları yıkıp çevre
düzenlemesi yapacağım dedi. Ses etmedi kimse. Yaşlılar köyüne yol aldı, gençler
şehirde arabesk kaldı. Mahalle güzel villalarla öründü, modern yaşam merkezi
oldu. Çiçek Abbas vardı bir de. Unutuyor insanoğlu Abbas abi de affetsin. Yıllar
sonra hatırlayıp ziyarete gidenler oldu. Gömüldüğü ağaca toprak oldu, Çiçek
Abbas Çınar Abbas oldu. Giden köylü anlatır da kimse inanmazmış. Çınar Abbas tekrar çiçek oldu, Çınar yaprakları bir mevsime mahsur gür gür, renk renk çiçek doldu.
Etiketler:
abbas abi,
acı,
aşk,
çınar,
çiçek abbas,
denge,
gelenek,
hüzün,
kara sevda,
lüks,
mahalle,
modern,
modern zamanlar,
modernite,
ölüm,
sevgi,
uyum,
uyumsuzluk,
yaşamak
19 Haziran 2015 Cuma
PAKETİNDE SEVGİ YAZIYORDU
Haddinden
fazla şişmiş damarlarım, bedenimden ruhuma göçmüş kaslarım ve hasta yatağında Azrail’le
münakaşa içinde olan bedenim müsaade ederse kendimi tanıtayım. İsmim Abdil,
deli Abdil de derler. Yıllarca mahallede huysuzluk çıkaran, çocukluk anılarında
yağmalanan bahçesini taş atarak koruyan huysuz ihtiyar var ya, işte o benim. Yüz
yaşıma ayak basmama on yedi saat kaldı. Doktorlarla onun mücadelesini
veriyoruz. Benden sorumlu olanı pek bir hevesli yeni doktor. Morg kaydıma 100
tam not vermek için Azrail’in nefretine maruz kalmayı göze alıyor. Ben de
içimde bu savaşımda tek sayılmam. Çocukluğunda bacağı aksak kalmış iyi yanım
sapasağlam gündelik olaylarla dinçliğini koruyan kötü yanımın kucağında sağa
sola savrula savrula kalın bir ipte bu zamana kadar geldik. Bi ipte iki cambaz
yürümez derler ya yalan. Zor da olsa yürüyor şahidi benim. İkisinin de
davranışları doğalarına aykırı gariplerin. Kötü olan iyi olanı bırakıp rahat
hareket edemiyor, iyi olan kendini feda edip kötü olanın yolunu
kolaylaştıramıyor. Nasıl bıraksın ipin bi tarafı cehennem bi tarafı cennet. Bi tarafa
yeltenip düşseler nihayete erecekler. Tüm bu ipte kalmalarının ısrarı da bu
yüzden.
Ne diyordum,
heh. O yaşlı moruk benim işte. Elli yıl sonra kalem aldım elime. Sabah akşam
ikişer serumla besliyorlar beni. Biri iyi, biri kötü yanım için. Peki neden
kötü bir insanım bunu anlatayım. Herkes kötü olsa da kötü insan neden kötü olur
hep merak ederler. Farkında değildirler zaten kötülüklerinin. İnsan sevdiklerine
ve sevmek istediklerine kötü davranır ben bunu bilirim. En azından kendi
hikayem bu noktada başlıyor. Altı kardeştik en büyüğüydüm. Diğer kardeşlerimle
birlikte evde eser miktarda sevgiden gram nasibimi alamamakla başlıyor
huysuzluklarım. Üzerime ilgiyi artırmak için ev içinde ve dışında bütün çirkin
işlere bulaştım. Annem terliğiyle odama kadar gözyaşları içinde kovalar ve
dakikalarca hunharca girişirdi. Bir yandan gözyaşları içinde haykırırken bir
yandan da ailenin doğurgan kişisiyle baş başa geçirdiğim saniyeleri hatta bazen
dakikaları sayardım. Sonra babam geldiği gibi hışımla ‘’Nerde o piç’’ der
direkt yanıma koşar, nasırlı elleriyle dakikalarca okşardı beni. Bir kere hiç
unutmam 560 saniye. Dayaklar kesilince kapalı ışık altında iç geçire geçire
tuttuğum saniyeleri çarpanlarına ayırırdım. Çarpma etkisinin psikolojik yan
etkileri işte.
Yıllar
geçtikçe bu adamı ancak bir kadın paklar dediler de görücü usülü Feride’yi
istediler bana. Usluca utangaç bir kadındı. İri gözleriyle kaş altından korku
içinde bakardı. Çok sevmiştim onu. Benimle evlenebilme ihtimalini aklım
almıyordu. Çenesi altında nokta halinde üç beni, utandıkça kızaran elmacık
kemikleri, tabla kıvamı alnında doğası gereği kalem gibi çizilmiş alnına küçük
gelen güzel kaşları vardı. Kardeşleriyleyken şen şakrak olan doğası ben ortama
girdiğimde mahcup bir sakinlik ve utangaçlığa bürünüyordu. Çoğu kez anlamsız
geliyordu ve sevgi hali bu durum hali hazırdaki cinlerimi harekete geçiriyordu.
Nihayet evlenip müstakil bir aile olduğumuzda alışkanlık kazanmasın diye tek
bir güzel jesti bırak, iyi bir söz dahi söylememiştim. İlk üç ay düzelir diye
muazzam sabır gösteren kadını dördüncü ayımda zıvanadan çıkarmayı başardı. Bu
başarısını ağzını yüzünü ellerine dökerek anasının evine göndermekle
taçlandırdım. Çok pişman oldum, her pişman oluşumda evlerini basıp kadını
defalarca döverek yatıştırmayı başardım. Bir yıl dayanabildi garibim. Kanser olmuş
ölmüş diyorlar. Bütün akraba eş dost bağını kopardı sonra. Hepsini ağız dolusu
küfürler ettim. Bizimkilere hasta yatağında evini barkını zorla sattırarak
bahçeli bir ev aldım. Ufaklıklar mirastan nasiplenemedi tabii. Hepsini mezarlarına
kendi ellerimle gömdüm sonra. Allah onlardan alıp bana vermişti dur bakalım
yaşasın daha neler yapacak diye. Çok pişman oldum. Oldukça da birilerini
hırpaladım. Altmışımdan sonra aklım başıma biraz biraz gelmeye başladı. Geldi dediysek
de öyle iyi davranmadım yine. Sadece kötü davranışlarımı sevdiğim insanları
kaybetmemek üzerine yaptığımı fark ettim. Bilinçli kötülük evrem başladı sonra.
Bilirsiniz mahallenin en güzel meyveleri en mendebur adamın bahçesinde yetişir.
Bizim mahallede de o en güzel bahçe bendeydi haliyle. Yalnız kaldıktan sonra en
büyük aktivitem sabah kahvaltısının ardından en güzel taşları biriktirip
mahallenin çocuklarını beklemek olurdu. Bir gün birisi bahçe duvarına benim
resmimi çizmiş, bir hışımla bulup dövdüm veledi. Akşam da eski usül Zenit
makinemle duvarın fotoğrafını çektim yatağıma astım. Bir gün Ömer’i çağırdım
yıllar sonra. Büyümüş kerata mahallede erik toplayan çocukların en küçüğüydü. Onları
sevdiğimi söyledim. Niye taşladın diye sordu. E evladım erikler bitse
gelmezdiniz ondan korktum dedim. Hatta başta biraz yiyin diye beklediğimi
söyledim. Koca çocukluğunda altı kez eriklerimden yiyebildiğini söyledi hala
sitemkar. Ekledi bir de biz hep gelirdik diye. Sevdiklerine zulmetmemek
gerekiyormuş öyle dedi. Karşındaki severse hele hiç zulmetmemek gerekiyormuş
Feride gibi. Sevgini gösterirsen sevgisini zaten sakınmazmış insan sevdiğinden.
Öyle acı çektirmeye de gerek yokmuş pek. Çok geç öğrendim bunu da. Sevmeyi öğretmediler
ki diyorum hep. Kendi yollarımızla öğrendik sanırım. Tesadüfi karşılaştığımız
şiddet anının bireyselliğini sevgi sandık, ha bire o sevgiyi beslemeye
uğraştık. Ne mutlu olduk ne mutlu ettik. Sadece sevdik kendimizce. Hunharca hem
de. Karakterimize oturdu değiştiremedik de şu zamandan sonra. Artık zamanım
geliyor hissediyorum. Umarım Feride’yle şu halimle karşılaşırım da elim kalkmaz
sevgi göstermeye. Kan damarlarımdan çekiliyor hissediyorum artık. Parmak uçlarım
karıncalandı ve hükmedemiyorum da. Son bir gayret saate baktım. 23.57. Üç
dakika daha duramam sanırım. Son kötülüğümü genç doktora yapacağım. Nasıl da
hevesliydi garibim. Alzheimer diyorlardı bir de. Salaklar, bak ben hepsini
hatırlıyorum. Ömer’in gönderdiği çiçeklerin kokusu nefesimi kesiyor. Gerçekten gaipe
yumuşak bir geçiş halinde uyukluyorum.
-23.58.54-
‘’Doktor bey hasta vefat etti.’’ Hemşire gergin ve ürkek bir ses tonuyla
doktora seslendi. Doktor üzgünden çok gergin bir ses tonuyla cevabından
korktuğu soruyu sordu. ‘’Hangisi?’’. ‘’Şu yüz yaşına girecek olan’’. İçinden kızgın
ve yüksek bir tonda küfürler savurdu. Umutla beklediği bu gereksiz an huysuz
ihtiyar tarafından itinayla bozulmuştu. Celallendi, masadaki mumunu henüz
yaktığı pastayı tek celsede yere savurdu. ‘’HUYSUZ İHTİYAR ATTIN YİNE SON
GOLÜNÜ’’. ‘’Ömer bey gönderelim mi merhumu morga uğrar mısınız?’’ Hemşire korku
dolu gözlerle soruyordu sorularını. Götürün dedi, ben yarın uğrar morgta
bakarım. Buraları da sen temizle temizlikçiyi çağırma.
‘’Ömer
27 yaşında tazecik bir doktordu. Çok sevdi, hiç sevilmedi. Her girdiği ortamın
en küçüğüydü. Çocukken bahçelerden erik toplayan çetelere üyeydi, erik
yemişliği çok azdı. Kimse mesleğinden gayrısına ilgi göstermedi. Abdil amcası
vardı, yıllarca ona kötü davrandı. Bir gün yanına çağırıp derdini anlattı. Ömer
kitaplardan okuduklarıyla ahkam kesti, dert yandı. Ama söylediklerini hiç
yaşamadı. Abdil amcasından gördüğünü sevgi sandı, sevmeyi öğrendi. Bencilce ve
hayvanca hep o sevgiyle yaşadı.’’
18 Haziran 2015 Perşembe
NASİHAT
Ulvi olaylar bile sıradan sonuçlara mahkumsa, olumsuz her olay, her insan ve karar yüreğine yerleştiriyorsa düşündükçe batan iğneyi; yüreğindeki iğneyi fazla oynatmadan önüne bakacaksın canım kardeşim. Üzmeyeceksin kendini, öyle saman gibi alev alır almaz yanıp yok olmayacaksın. Öyle boktan püsürükten her bir olaya da kırılmayacaksın. Sorunları zihninin merkezine oturtmayacaksın ya da hayatından bir dal ateş alıp geçenleri. Yüreğinin orta yerine söndürmeden atıp gidiyorsa izmariti, yanmamak için gerekiyorsa sen kendin basacaksın üstüne canım kardeşim.
Yalnızsın şu dünyada bunu asla unutma. Ne olursa olsun yalnızsın. Şu her uzun yolda hissettiğin duygu var ya, işte o duygunun keskinliği kadar yalnızsın. Birçok misafirin oldu, oluyor ve olacak fakat değişmeyen durum yalnızlığın olacak. Çok insan gelip geçecek bu topraklardan kardeşim, bazısına yoldaş olacak, bazısına yataklık edeceksin. Kimi hoyrat davranıp dağıtıp gidecek, kimi giderken bıraktığım gibi mi diye son bir kez kontrol edecek ama hepsi gidecek canım kardeşim. En son sükun içinde kendi kendinle baş başa kalacaksın. Dünyada tek değilsin canım kardeşim sakın bu gaflete de düşme. Dünyadaki kimse de tek değil unutma. Milyarlarca canlıyla paylaşıyorsun şu evreni. Ne yaşıyorsan, aklında ne varsa ve nasıl yaşadıysan önemli değil. Kendine ve herhangi birine özel bir rol atfetme. Sen de o da ya da bir başkası da yedi milyar insandan sadece birisi unutma. Çok sevdim demeyeceksin, çok güzel severim de… Sevgine öyle özel roller yükleme. Kaldır başını bak çevrene. Görmüyor musun herkes gibi seviyor, herkes gibi özlüyor, herkes gibi ilişki yürütüyor, herkes gibi şakalar yapıp yine herkes gibi ayrılıyorsun. Herkes gibi yaşıyorsan ve son noktaya geldiğinde artık senin de diğerlerinden farkın kalmıyorsa, takılıp kalmayacaksın hiçbir şeye, herkes gibi unutmasını da bileceksin canım kardeşim.
İnsanları sev, değer ver ama değersiz olduklarının farkında ol canım kardeşim. Sağlam dur savrulma öyle en ufak karayelle. Kötü davranma hiçbir kula, kindar olma; sana kötü davransalar da yaralama hiçbir yüreği. Değer verdiğin, sana tat veren şeyler zamanla tiksinti ve utanç da verebilir. Bozuyorsa yüreğinin tadını, değişmişse ve bu değişim dayanılmaz bir hal aldıysa barındırma bünyende. Maddenin doğasına duyduğun saygıyla bozmadan dağıtmadan olduğu gibi arındır bünyenden. Sen haklı değilsin, çoğu zaman haksız da olmuş olabilirsin bunların pek önemi yok canım kardeşim. Sen iyi niyeti elinden bırakmamak kaydıyla doğru bildiğini yapmaktan yine de çekinme. Bencil olma, bencilliğinle tüketme çevrendekileri. Dokunduğun insanın da milyon düşünceleri ve duyguları var kafasında unutma. Bir yumrukluk yüreğini göz ardı etme asla. Terazi senin elinde şirazeyi kaçırma canım kardeşim. Empatinin rüzgarına kaptırıp kendi benliğini de yok etme. Her insan için kendi ve diğerleri mevcut şu dünyada her adımda bunu fısılda kendine. Dünyada yegane olduğunu, dünyadakilerin de yegane olduğunu, buna bağlı olarak her biricik bireyin aynı zamanda birer toz tanesi kadar da değersiz olduğunu unutma.
Gelecek planların ve hayallerini canlı varlıklar üzerine kurma canım kardeşim. İlkelerin, hedeflerin ve isteklerini belirle ve kendinden olabildiğince taviz verme. Kendini kaybetme şu dünya üzerinde ve benliğini yitirme. Kendine kendinden başkası sadık kalamaz kardeşim, kendini kendine asla küstürme. Birçok olay da çıkacak karşına ve hepsiyle mücadelen ancak benliğinin yerinde olmasıyla mümkün olacak. Kısacası ne kimseyi kır ne kendinin yok olmasına izin ver. Unutma sen yok olduğun vakit her şey manasız olacak.
Çok hayal kırıklığı yaşadın belki. belki bütün kötü olaylar da üst üste geldi. Belki bu sefer vallahi de kalkamıyorum diyorsun. Öyle deme canım kardeşim kalkarsın. Belki daha güzel kalkarsın. Sen kendine hakim ol, kendini bil ve kendini dengele her zaman. Kendini değersiz hissedeceğin yerlerde ve yüreklerde kalmakta ısrar etme. Kendini her gün yeniden tanı. Bakamıyorsan artık kendi yüzüne, cesaretin de yoksa hiç. Güzel bir anı vardı çoktan unutmuşsundur. Bir gün aynada dikkatlice bakıyordun kendi yüzüne, gözlerin parlıyordu ışıl ışıl ve gülümsüyordun en saf en güzel halinle. İşte o tebessümü hep hatırla, hiç unutma canım kardeşim. Biz pek hatırlayamadık bu ara…
Etiketler:
ayna,
benlik,
geçmiş,
hayal kırıklığı,
kendine saygı,
kırgınlık,
nasihat,
öğüt,
öz benlik,
özlem,
saygı,
sevgi
14 Haziran 2015 Pazar
UZAKLAR DA YAKIN OLUR
‘’Abi uzak ne demek?’’. Anlık sorulunca cevap da veremiyor insan. Pek çok
kelimeyi anlamını düşünmeden kullandığımızı fark ettim o an. Zaman kazanmak
için bir süre gözlerine baktım. İri gözlerini saydam parlak bir sıvı sarmalamış,
kafasındaki soru işaretini şeklen yansıtan kaşlarının yukarı seyri yeşil zeytin
gözlerini iyice ön plana çıkarmıştı. ‘’ Ne yapacaksın bakalım sen bu kelimenin
anlamını?’’. Gayri ihtiyari sormuş bulundum. ‘’Ödevde yazıyor bilmiyorum
anlamını.’’ 1. Sınıfa gidiyor henüz. Hem kendimi kurtarmak hem de sözlük
kullanımını öğretmek amacıyla hadi sözlükten beraber bakalım dedim. ‘’Uzak
olmayan yer’’. Evet faydalı olmak için giriştiğim eylem tdk ile bir kez daha
elime yüzüme bulaştı. ‘’Gitmesi uzun zaman alan yer Yağmur.’’ dedim. Tdk rezilliğini ötelemek için kendi cümlemle
dolduruverdim o minik zihnini. Merakın etkisiyle yukarı kalkmış olan kaşları
cevabın etkisiyle gözlerinin üstüne çöküverdi. ‘’Anladım’’ dedi, odasına geçti.
Birkaç dakika sonra geri döndü, ‘’Abi uzaklara gitmek çok mu zor?’’. Değil tabii
dedim. Her zaman uzak gelmeyebilir. Kaşları tekrar aynı merakı yansıtmak üzere
yerlerini aldı. Açıklamaya devam ettim. Mesela arabayla gidersen o kadar uzak
gelmeyebilir. Ya da uçağa binersin daha yakınmış gibi hissedersin. Şenlendi birden
anlam veremedim. Yanağımdan öptü. ‘’Biliyor musun sen dünyanın en güzel
abisisin.’’ Sevgisine karşılık verip sarıldım, ‘’hadi bakalım derse devam et
sonra seninle oyun oynarız.’’ Tamam dedi odasına gitti. Odasından çıkmadı o
akşam. Merak edip odasına baktım. Halıda oynanmış evciliğin izleri olduğu gibi
duruyordu. Yatağına geçmiş elleri yastık altında üstü açık uyuyakalmış cimcime.
Üstünü örttüm, ışığı kapattım.
‘’Abii’’. Kız kardeş sahibi olmak böyle bir şey. Her sabah kahvaltıya o
uyandırır. Birkaç kez kapıyı tıklar ve aynı ses tonuyla seslenir. ‘’Annem
çağırıyor kahvaltı hazır.’’ Cinsel kimliklerin farkı küçük yaşta oda
mahremiyetine saygı yetisini kazandırmıştı. Kapıyı çalar, gel demeden katiyen
kapıyı açmazdı. İlginç bir şekilde kimse de öğretme gereği duymadan oluvermişti
bu duyarlılık. Ben de aynı şekilde yaklaşıyordum kapısı kapalı olduğu
zamanlarda kendisine. Kapıyı açtım. Mutfağa çoktan gitmişti. Karşı duvara kağıt
yapıştırmış günaydın yazıyor üstünde. Latinden çok kiril alfabesine benziyor. Sanırım
yanındaki de kalp işareti. Yeni öğrendi okuma yazmayı. Neler de biliyor. Çağırdım,
öptüm ve geri yolladım mutfağa. Yüzümü yıkayıp ben de yöneldim kahvaltıya. Çok soru
sorar alışkınızdır. Şen şakrak yapısı eşliğinde art arda gelen soruları hiç
aksatmadan cevaplarım. ‘’Abi şehirler arasındaki uzaklığı bilmek mümkün mü?’’ ‘’Mümkün tabii haritalardan bakabilirsin.’’ ‘’Gerçekten
mi?’’ ‘’Evet. Gel bak.’’ Kahvaltıyı yarıda kesip odamdaki atlasa doğru yol
aldık. Rastgele bir Türkiye haritası açıp gösterdim. ‘’Bak bunlar şehirler, şu
altta da ölçek var. Cetvelle buraların boyuna bakıyoruz ve şu sayıyla çarpıp
öğreniyoruz. Çarpmayı öğrendiniz değil mi?’’ Kafasını iki yana salladı. Çabuk
ağlar yapısı gereği. Ağlamasına fırsat vermeden cetveli elime alıp gösterdim. ‘’Bak
iki yer arasında bu cetvelde ne kadar boşluk varsa o kadar uzaktır.’’
Gözleriyle gülümsedi. ‘’Yani boyu kısalırsa uzak olmaz mı?’’ olmaz tabii. Öptü,
kahvaltıya geçtik.
Okula götürürken
harçlık istemeye başladı. Ne yapacağını sorduğumda, arkadaşlarıyla meyve suyu
aldıklarını söyledi. Her gün ufak tefek harçlıklar vermeye başladım. Rüşvet gibi
ben harçlık veriyordum o içten sarılıyordu. En ucuz sevgi edinme yöntemi. Bir gün
okuldan gelirken kırtasiyeden oyuncak almak istedi. İçinde uçak, araba, asker
gibi plastik oyuncakların olduğu poşete yöneldi. ‘’Bunu istiyorum alır mısın?’’
Her bakışında çaresiz kalırım. Sebebini sordum, arkadaşının doğum gününü kutlayacaklarmış.
Aldık, yine mutluluktan havalardaydı.
Aynı rutinde devam ediyordu hayat. Derslerimin yoğunluğundan fark
edemez oldum odasından hemen hemen hiç çıkmamaya başladığını fark ettim. Uyumuş,
odası kapalıydı. Abilik güdüsü ağır bastı, uykusunda öpme isteğime yenik
düşerek sessizce kapısını açıp ışığı yakmadan yatağına yöneldim. Yanağına
yumuşak bir dokunuş yaptığım anda yorgan altında ucu gözüken defter kabını
gördüm. Sessizce çektiğimde fark ettim kabaca yapılmış bir hediye kabı
olduğunu. Meraka yenik düşüp içindekileri dökmeden odama taşıdım. Odamda kabın içindekileri
boşalttığımda öfkeyle başlayan duygularımın yerini kesif bir hüzün aldı. Bir not,
bir harita, bir uçak ve bir araba vardı. Notu açtım: ‘’Çok uzağa gidecekmişiz demiştin ya. Üzülme.
Abim bana uzaklara nasıl kolayca gidebileceğimizi öğretti. Tekrar beraber oyun
oynayabileceğiz.’’ İlk sevda tohumlarını taşıyordu minik yüreğinde. Ve hüznün,
ve ayrılığın ilk acısını. Kirlenmemiş dünyası ve oyunları, acı gerçeklerle
kararıyor ve bölünüyordu. İlerleyen yıllarda hayatına sık sık müdahale edecek o
karanlık el ilk müdahalesini yapmıştı. Ve bu sevgi dolu küçük beden çaresizliği
ve karamsarlığı öğrenmemişti henüz. Olabildiğince özenle bantlanıp katlanmış
kağıdı açtığında fark ettim durumu. Deneyimsiz ellerle tekrar elden geçirilen
haritada Ağrı’yla Ankara arasındaki iller kesilmiş, uzaklar yakın hale
gelmişti. İki çöp çocuk el ele tutuşmuş gülümsüyordu bu soğuk memleketlerin
üzerinde. Karanlık kaplıyordu içimi, bir yandan da garip bir umut. Yeterince istendiğinde
çözümü vardı belki de her şeyin. Belki de yoktu, kim bilir. Ama umutsuzluğun
çaresi her halükarda mümkündü. Tüm eşyaları toplayıp aynı şekilde yorgandaki
yerine yerleştirdim özenle.
Birçok kez şahit oldu bu memleket bölünme senaryolarına. Ama hiçbirinde
bu kadar güzel bölünmemişti…
26 Mayıs 2015 Salı
Tadilattayız
Takip eden, bakıp geçen, aradığı bulamayan, başka bir şey ararken yolu bir şekilde buralara kadar düşmüş değerli okuyucu. Sosyal medyadan da duyurduğum üzere yazılarıma bir süre ara veriyorum. Yokluğumuz kati suretle kimseyi rahatsız etmeyeceği gibi yazılarla dünyevi sıkıntılarını iki dakika olsun unutabilen varsa bu geçecek zaman diliminde onun vebalini üstümde taşımak da boynumun borcudur.Bu sayfa benim için her zaman kaçacak bir delik olmuştu. Fakat her şeyden kaçmak için kullanışlı olan bu delik, insanın kendinden kaçması aşamasında bir cehennem çukurunu andırabiliyor. Bunun yanında dünyevi bütün meselelere harcadığımız emeği ve nefesi en iyi sen biliyorsun. Çok sıkıntılı dönemlerde sıkıntılı bir ülkede yaşıyoruz. Bu noktada bazen her şeyi durdurup derince bir nefes alıp beyne oksijen gitmesini sağlamamız gerekiyor. Ben bu noktada son nefesimi de az önce tüketmiş bulunmaktayım. Şimdi olduğum yerde durup derince bir nefes alıp zamanın olayların üzerindeki tozu almasını beklemek ihtiyacı doğdu. Pek takmayacağının da farkındayım. Ama bu noktada hassasiyetimi elden bırakma gafletinde yine de bulunmayacağım. Dediğim gibi okuyucu, bir süre tadilattayız. Çünkü YENİLİYORUZ...
(Sen yine de buraları boş bırakma. Ara ara gel, yeni yazı yoksa bir çayımı iç, eski yazıları seyreyle. İki sataş, lafını esirgeme. Konuşursan her şeye çare var. Belki senden bir hikaye yazarız. Ne yap et de okuyucu, beni kendinden mahrum bırakma. Esen kal...)
Etiketler:
arınma,
mağlubiyet,
okuyucu,
sezon finali,
tadilat,
yenileme,
yenilenme,
yenilgi,
zaman
24 Mayıs 2015 Pazar
ÖLÜMLÜ GÖLGELER
Sıkıcı bir rüyadan daha kötüsü nedir biliyor musun? İç içe girmiş birçok rüya! Nasıl mı? Rüyanda rüya görüyorsun. Rüyanda gördüğün rüya ise rüya görmenin ta kendisi. Bilmem kaç yüz tane Mustafa var kafamın içinde. Hepsi kendi rüyasını görüp kendine çıldırıyor. Az önce 6. Kez uyandım rüyamdan. Bu sefer gerçek olan! Bir inanış vardır kolunu cimciklersen canın yanıyorsa gerçektir. Morarana kadar cimcikledim. Çok da canım yandı.
‘’Çocuk!’’
Yüksek sesle haykırdım. Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla
balkondan inip yanına yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap
vermeden gülümseyip işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını
yeni fark ettim.
‘’Napıyosun?’’
‘’Gölgemin saçlarını boyuyorum.’’
‘’Ne? Gölgenin saçlarını mı
boyuyorsun?’’ Küçümser tavırla baktı.
‘’Çok sıkıldı renginden.’’ Gülümsemiyordu
bu sefer. Kendime hakim olup sakince cevapladım.
‘’Saçlarını boyuyorsun demek. Hayal
kırıklığına uğra istemem ama gölgeler siyahtır.’’ Çocuk ses etmeden elimden
tutup sürükledi. Garip bir şekilde karşı koyamadım. Binalar arasında tek düze
kalmış lambalardan birçok yönden lambaların aydınlattığı meydana sürükledi en
son. Gülümseyerek yüzüme baktı. İşaret parmağı yeri gösteriyordu. Algımın tekdüzeliği
karşısında dehşete düştüm. Farklı yönlerden ışık alan gölgeler daha çok açık
gri bir haldeydi. Bütün insanlar aptal önyargılarla ve kalıplarla hareket eder
bu normal bir şey. Asıl dehşete düşüren gölgelerden birinin saçının renginin
sarı olmasıydı.Kekeme bir ses tonuyla ‘’ Şşimdi
bububu bunu sen mi yaptın?’’. Bu sefer alaycı bir gülümseme oturdu yüzüne. ‘’Güzel
olmuş mu?’’ Cevap vermekte zorlandım. Bağırdım, ‘’ŞİMDİ BUNUN GERÇEK OLDUĞUNA
MI İNANMAMI BEKLİYORSUN!’’. Ağlamaya başladı. Gölgeler de ağlarmış yere çöküp
dizleri üstüne kapandı, hepsi beraber ağlamaya başladı. Sinirimi yenip sakince
ben de eğildim. Bu sefer şefkatli bir ses tonuyla, ‘’Ne yani canlı mı şimdi
bunlar da?’’ ‘’Evet’’ dedi. ‘’Peki hepsi mi canlı?’’ ‘’Hepsi tabii ya’’
kelimelerini tamamlamaya çalışırken bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu. Suyuna
gittim ‘’Peki bunlar da senin gibi oyun oynuyor mu?’’ bakmadı bu sefer yüzüme,
iç çekerek ‘’Hı hıı’’. Gaflet anıma geldi sormuş bulundum. ‘’Bunlar da insanlar
ölünce mi ölür peki?’’. O zaman kaldırdı şeytani bir ciddiyetle başını. Oyun çantasından
bir silah çıkarıp bana doğrultuyor. Hareket etmeme fırsat vermeden tereddütsüz bir
hırsla düşünmeden çekti tetiği;
‘’BAMM!!’’.
Cam kırığı sesleri, azalan ışık kümesi ve
kızın sırt kısmındaki gölgelerden birinin yok olması eşliğinde nefes nefese
uyandım. Dilim damağım kurumuş bir şekilde uyanırım hep. Suyumu içip tuvalete
gittim. ‘’Bu bir rüya!’’ diye haykırıyorum içimden. Ses etmesin diye ‘’pis suyu’’
tuvalet taşının kenarına denk getirirken olayın bir anda beynime dank etmesiyle
suyun akışının taşın dışına taşımayı başardım. Titreyen ellerimle alelacele
rehberden Selim’i aradım. ‘’Selim gölgem yok!’’. Ses tonu uykulu ‘’Ne diyon lan
sen’’. ‘’Lan oğlum gölgem yok gölgem!’’ bağırıyorum tuvalet yankılanıyor. ‘’Oğlum
bu saatte manyak mısın sen? Gölgesi yokmuş. Dıt dıt dıt dııt’’ ‘’SİKTİR GİT
SELİM SİKTİR GİİT!!’’ anlık öfkeyle telefonu yere çarptım. Evin bütün
ışıklarını yaktım. Ellerimi bir korkuluk gibi sallandırdım, şekilden şekle
girdim ama yok! Önümden bir sinek kaygısız bir yumuşaklıkla yanımdaki ayakkabı
dolabına kondu. Minicik gölgesi önüne doğru serilmişti bile. Sinirlendim olanca
gücümle dolabı yumrukladım. Defalarca! Daha da hiddetlenip sokağa attım
kendimi. Bütün sokak lambalarının önünde çılgınlar gibi tepindim nafile. Koşmaya
başladım. ‘’Şşşt!’’ Keskin bir komutmuş gibi sesi duyar duymaz durdum. Şarapçı.
‘’Paran var mı?’’. ‘’Gölgem yok!’’. ‘’İki şarap al gel.’’ Adam takmamıştı
derdimi. Arsız davetini rahatlamak için bir vesile sayıp dediğini yaptım. ‘’Ne
demiştin sen?’’. ‘’Gölgem yok!’’ GÖLGEYLE İLGİLİ TÜM CÜMLELERİM AGRESİF! ‘’Ölmüştür.’’
Dedi. O kadar kaygısızdı ki söylerken. ‘’Ben ölmeden ölemez!’’ iyice çıldırdım.
Şişe o kadar hızlı bitiyor ki bi yandan. Gidip yeni bir şişe daha aldım. Bir yandan
da gölgemin yokluğunu test ettim tekrar ve tekrar. Sığındığımız alana ışık
vurmadığından deliliğimi defalarca sınayamıyorum. ‘’Ölürler.’’ Dedi. ‘’Gerçek
hayata maruz kaldıkça insanın ilk hayalleri ölür, hayallerinin ölümü yaşama
sevincini, yaşama sevinci gündelik zevkleri, gündelik zevkler mutluluğu,
mutluluklar sevme yetisini, sevme yetisi de sevdiğin kadını öldürür. Acılı,
sert ve yavaş bir biçimde ölür. Her saniyesi ızdırap bir ölüm, gerçekten
seviyorsa tabii. Bu her ölümde daha da kararan bir gölge vardır. Adamın gölgesi…
Neden kararır bilir misin? Yaşlanır her ölümle. O kadınla ölür işte gölge de. Dayanamaz,
verir canını öylece aynı ızdırapla. Neden gölge ölür bilir misin peki?’’ aklım
almıyor ama dinlemekten de kendimi alamıyorum. Etkisi altına girdim. ‘’Kadın
can-ı yürekten istese de öl diyemez kendini öldüren adama. Kıyamaz da o beş
para etmez hergeleye, canını yakan son noktada söyler o sözü ‘Gölgeni bile
görmek istemiyorum.’ O an adam dayanır bir şekilde de gölge dayanamaz üstüne
alınır. Böylece ölür işte gölge de.’’ Şişemi aldım hışımla. Küfürler savurarak
evin yolunu tuttum. Uzaklaşırken arkamdan gülüyordu bir de şerefsiz. Eve girene kadar bunların
yarın geçecek bir kabus olduğunu varsaydım. Hiçbir ışığı açmadan balkona
yöneldim. Şişe bitene kadar aralıksız sigara içmeliyim! Ancak bu şekilde
sakinleşirim. Başını yıldızlara yöneltip düşme hissine kapılmak daima
rahatlatıyor bedenimi. Şişenin sonuna yaklaşmamla yıldızların çoğalması doğru
orantılı olarak artmaya devam etti. Sigaramı balkondan fırlattım. Düşüşünü seyrederken
aşağıda küçük bir kız çocuğunun olduğunu gördüm. Sarhoşluğum kesildi bir anda. Dehşete
kapıldım. Ailesinin de duymasını umut ederek bağırdım.
’Çocuk!’’ Yüksek sesle haykırdım.
Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla balkondan inip yanına
yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap vermeden gülümseyip
işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını yeni fark ettim..
.
.
.
‘’BAMM!!’’
Etiketler:
bunalım,
gölge,
gölgelerin ölümü,
hayal,
ışık,
ışık yansıması,
içki,
kabus,
ölüm,
rüya,
rüya içinde rüya,
sarhoş,
şarap,
şizofren,
yansıma
15 Mayıs 2015 Cuma
CUMARTESİ SABAHI
Bu
cumartesi de hevesle kalktım. Uykudan uyanınca pek fark etmiyor insan gündelik zayiatı.
Duvarla yüz yüze kaldık uzunca bir müddet. Önceden ses ederdi, şimdi gıkı
çıkmıyor keratanın. Bir miktar tencere tıngırtısı, varsa iki tutam şen kahkaha,
dile pelesenk olmuş birkaç hoş ezgi ve kedi miyavlamaları. O da haklı ne
yapsın, malzeme eksik olunca elinden anca boş boş bakmak geliyor. Dayanamadım kalktım
yataktan. Aktif kullanmadığımız balkona yöneldim. Kedi kumu ve mamasının yanına
ölü gibi uzanmış Şerafettin. Vakit geçer diye sataşmak istedim. Kafasını
kaldırdı, ters ters baktı ve umursamaz tavırla geri yattı. Zamanın kedileri de
insan gibi, işine gelmedi mi bozuk atıyor allahsız. Suyunu tazeledim ben de
muhatap olmadım. Hiç bozmadım biliyor musun ritüelimizi. Gram istemesem de
anahtarlarımı aldım çıktım dışarı. Bahar gelmiş ruzgar soguk çarpmıyor artık
insanın yüzüne. Açmıyor insanın uykusunu ulu orta. Yüzümü yıkamıyorsun diye
kızardın ya hep, dışarı çıkınca ayılırım derdim. Yüzümü de yıkamam gerekecek
artık, sıcak rüzgar okşadıkça uykusu geliyor insanın. Kafama gelen ufak taşla
açıldı uykum. Biliyorsun Çetin’i, arkadaşlarının taktığı lakap kadar var hani; ‘’Piç
Çetin’’. Kalem tutmayı öğrenmeden taş atmayı öğrenmiş hergele. Hiddetle döndüm
ardımı, onu görünce yumuşadım. En az serserilikleri kadar da tatlı eşek sıpası.
Ne yapıyorsun lan bu saatte sokakta? dedim. Mahalledeki arkadaşlarının
uyanmasını bekliyormuş. Aşağı mahalledeki ihtiyarın bahçeden erik
çalacaklarmış. Öğlene kadar uyanamıyor moruk, erkenden malı toplamak lazım
diyor. Beş yaşında nasıl da kapmış genç yaş argosunu. Elebaşılık yapıyor
mahallede. Ama çocuk neticede, elimdeki bozuk paraları vermekle kandırıp
yakaladım. Elmacık kemiğinden sağlam bir ısırık alıp saldım geri. Küfür etti
bağırarak. Birkaç adım attım. ‘’Lan!’’ diye bağırdı. Yine ‘’Bırak Leyla’nın
peşini yoksa sonun fena olacak!’’ dedi. Dönüp ardımı gülmedim bu sefer. Ardından
ekledi, büyüdüğünde seni alacakmış. Bu söze ufaktan gülümsemeden edemedim.
Sokak
senin sesini çınlattı yol boyu. Köşedeki ipçi Neriman abla kesti önümü. Seni sordu,
bayağıdır uğramıyor yeni modeller geldi durumu sıkışıksa veresiye hesap açarım dedi sen yabancı değilmişsin. Soğutmasın arayı diyor. ‘’Söylerim abla’’ dedim. Ben de
göremiyorum diyemedim. Saçma değil mi? Yani olan olmuşsa söylemek gerekir öyle
pat diye. Ne bileyim gelmedi içimden. Fırına gittim simit almaya, her zaman
saatinde çıkan simiti bugün geciktirmişler. Rıfat abi ‘’Otur çayımı iç on
dakikaya çıkar’’ dedi. ‘’Yok abi iki zeytinli poğaça ver bugünlük de böyle
olsun’’ dedim. Burada olsan alay edersin biliyorum. Gittiğinden beri o kadar
yadırgamıyorum poğaçayı. Gerçi şu aralar ne yesem ya saman ya plastik gibi. Dönerken
Ayşe teyze ses etti, hal hatır sordu. Bahçedeki fidanları buduyormuş. Abla bu
saatte bahçeyle mi uğraşılır dedim. Sabah namazından sonra uyuyamıyormuş. Abla koparrma
demeye kalmadan çıt çıt iki gülü koparıp elime tutuşturuverdi. Sana değil haa
diye uzun uzadıya da tembihledi şen şakrak. Leyla kızıma götür dedi. Kulağıma yaklaşıp
fısıldadı. Biliyorum sevmez dalından koparılan çiçekleri. ‘’Buduyormuş daha
güzelleri çıkacakmış dersin’’ dedi. Ses edemedim iki kere yutkundum, peki abla
sağ ol dedim. Bu aralar bayağı semeleştin hayırdır yavrum? dedi. Havalardandır
abla dedim. Döndüm telefondan anlamına baktım; ‘’ahmak’’ demekmiş. Ses etmedim
neticede kadın da haklı. Apartmanın önünde Piç Çetin’i gördüm yine. Mahalle çocuklarını
toplamış taktik veriyordu. Çetin diye seslendim. Ne var lan? dedi. Harçlık ister
misin iş var dedim. Çocuklara bir şeyler söyleyip yanıma geldi. Yine kandırıyorsam
bir daha apartmandan çıkamazmışım taşa tutarlarmış. Ona göre yüklü bir miktar
para verdim, rutin gazeteleri almasını istedim. Parayı aldı, bir arkadaşını
çağırdı, kulağına fısıldadı. Çocuk parayı kaptığı gibi koşmaya başladı. Bu yaşta
taşeronluk yapıyor ilerde büyük adam olacak it.
Yalnızlığa
alışmanın en zor dönemeci kapı ziliyle anahtar deliği arasından geçiyor. Yine
zile gitti elim bi dal çalmış bulundum. Anahtar kullanmaya yabancı parmaklarım
iki üç duraksamada açabildi kapıyı. Kahve suyu ısınıp kahvaltılıklar masaya
dizilene dek çocuk gazeteleri getirdi. Saatleri bulan kahvaltılarımızın ilhamı
gelir diye tüm masayı donattım. Gelmedi işte, sen de gelmedin, zil de çalmadı
hiç. Kahveyi yudumlayıp sigarayı yaktım. Şerafettin bacağımda mırıldanıyor. Kesin
bir şey istiyor şerefsiz. Bu sefer de ben yüz vermedim, masayı da olduğu gibi
bıraktım. Panjurları indirip yorganın altına girdim, başımı yastığın altına
sakladım. Bu haftasonu da cumartesiyi yaşamakta zorlandım. Saat dönsün gün
bitsin diye bekledim. Biliyorsun çaresiz kalıp ağlamaklı olduğumda hep yapardım.
Kafamdan akanların hızlarının aksine zaman musluk ucundaki su damlası kadar
hantaldı.
Biliyorum şimdi söylesem belki anlamsız gelecek, mizaha yorarsan bol bol güleceksin yine de söylemek istedim. Benden yana yüz çevirdin, bana surat astın. İlletime dayanamayıp uzak mahallelere yelken açtın. Belki bu karar sana hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Ama Piç Çetin de aşıktı sana, onun da hayalleri vardı. Büyüyünce seni gelin beni şoförü yapacaktı.
Etiketler:
ayrılık,
bunalım,
evcil hayvan,
kedi,
mahalle,
mahalleli,
piç,
piç çetin,
sabah kahvaltısı,
sevgili,
şerafettin,
yalnızlık,
zaman
13 Mayıs 2015 Çarşamba
KİRALIK KATİL
Dünyanın yörüngesinin tersine
seyretmesi ve insanoğlunun talihiyle barışamamasının temelinde iki temel
düşünce yanlışı yatar. Normal insanların tamamının kötü olduğu algısı, engelli
insanların tamamının iyi olduğu algısı. İkisi de saçmalık!
İsmim
yok. İlla tanımlanmam gerekiyorsa elin aşağı yukarı sallanması beni ifade
ediyor. İşitme engelli bir insan azmanıyım! Önümde parlak bir gelecek yaratan
talihsiz bir olay sonucu bırakın okuma yazma öğrenmeyi aynı kaderde olduğum
insanlarla iletişim kuracak dili dahi öğrenme gereği duymadım. Yani en azından müşterilerim öyle biliyor. Neyse şimdilik
gelmemi, gitmemi ve gündelik işlerimi yoluna koyacak kabaca işaretleri
algılıyorum. Bir de fotoğraflar tabii. Gözü yaşlı fotoğraflar. Onlarcası
tutuşturuldu elime, hepsinin dilinden çok iyi anlarım. Bir tanesini çok
sevmiştim hatta. Görmemle öldürmem arasında geçen kısa zaman diliminde aşık
olmuştum. Tek damla göz yaşını da o sabah döktüm.
Kiralık
katilim. Üyelerinin tamamının nitelikli olduğu bir suç şebekesinin elebaşıyım. İşitme
ve konuşma engelim dışında vücudumun bütün bölümleri normal insan
standartlarının üzerinde. Kadınlar tarafından uzun göz hapislerine maruz
kalıyorum. İnsanoğlunun geneline bakış açımın aksine kendi bedenime önem
veriyorum. Yunan tanrılarını kıskandıran bir vücudum, çoğu kişinin ağzını
sulandıran yaşam standartlarım var. Bugünlere gelmem kolay olmadı. Hayatımda bir şeylerin ters gittiğini çok geç
farkettim. Üç yaşında çevremdeki çocukların çenelerinin benimkinden gözle
görülür oranda fazla hareket ettiğini algıladım. Ve o çene hareketlerine
herkesin yüzünü döndüğünü gördüm. Benim dışımda herkesin. Yeni tanıdığım bütün
büyük insanlar başka çocuklardan ayrı olarak gözlerinde korku ve su
birikintisiyle yaklaşıyordu. Hitap etmeyi öğrenmeden acıma duygusunu öğrendim.
Ve bütün insanlarda o duyguyu yoğun bir şekilde tattım. Kendimi bildim bileli
gözlerdeki o sulanmaya karşı öfke besledim. Okula gitmedim. Dokuz yaşımda
kendimden iki yaş büyük olan ablamı bu acıma duygusuna katlanamadığım için bıçaklamak suretiyle öldürdüm. Gardıropun
kapağını açtığımda içinde gözü yaşlı şekilde bana bakıyordu. Gittim mutfaktan
bıçağı aldım. Durumu anlamasına fırsat vermeden tek celsede boğazına sapladım.
Akan kanın ciddiyetini fark etmemle kendimi sokağa atmam bir oldu. Ertesi gün başka
bir mahallenin bakkalından çaldığım gazetenin üçüncü sayfasında gördüm
haberini. ‘’KARNESİNDE ZAYIF NOT BULUNAN İLKOKUL ÖĞRENCİSİ GARDIROBUNDA ÖLÜ
OLARAK BULUNDU’’. Gazeteciler doğruları asla göremez. Olayları saptırıyorlar. Yani
kim karnesinde zayıf olduğu için gardırobunda ağlar ki? O günden sonra da eve
bir daha dönmedim. Sokaklarda engelimin verdiği acınma duygusunu kullanarak
hayatta kaldım. Bir kahvecinin zoruyla bu gruba dahil oldum.
Bir
insanın mağduriyeti, acizliği yahut çaresizliği benim için bir şey ifade etmiyor.
Fotoğraf alıyorum, yeri gösteriyorlar ve öldürüyorum. İletişimim insanlar
açısından bundan ibaret olduğu için yüksek meblağlara rağmen tercih ediliyorum.
Çalışma prensibim basit. İşimi temiz hallediyorum ve ardından bir hafta kafa
izni. Aldığım canların etkisi ortamı terk edip temiz bir duş almamla rahatlıkla
kayboluyor. Uzun yıllardır tek bir gözyaşı dökmedim. Genel itibariyle mutlu
bile sayılırım. En azından mutsuz hissetmiyorum. Hissiz de denilebilir. Standart
bir insan kadar duygu sahibi engelli kategorisinde değil üst düzey bir katil
kategorisinde azılı bir cani kadar duygu yoksunuyum. Bir katili
değerlendirirken insani özelliklerinden ziyade icraatlerinin değerlendirilmesi
gerektiğine yürekten inansam da bir engellinin insanlığın görüp göreceği en
büyük katil olarak tarihe geçmesine olan arzum içimde dengesi bozulmayan büyük
bir çelişkiye sürüklüyor. Bu pislik arzuyla güdüleniyorum ve elimde tuttuğum
caniliğin bayrağını zirveye dikmeme ramak kaldı. Hedefime ulaşmam pahasına
bütün insani arzu ve duygularımı zihnimdeki büyük demir kapılara kilitledim. Yine
de ölmeden bütün hayat hikayemi ve icraatlerimi bir insana kelimelerle anlatmak
isterim. Gözlerindeki korkuya bağlı büyümeyi görmeyi ve nesiller boyu anlatılan
azılı bir kabus olabilmeyi… Ölümümün ardından insanlığın karanlık müzesi olması
adına fotoğraflardan bir müze hazırladım.
Bütün
dengemi altüst eden o kişiyi göreli 2 hafta oldu. Zihnimin bütün kilitlerini
çözen, duygularımı beynimin içinde dörtnala koşturan varlık! Her gün öğlen
evden çıkışını ve akşam eve girişini gözetliyorum. Onu fark etmem yüzünden iki
can hala boş yere oksijen tüketiyor. Bütün siparişleri erteledim. Haftalar geçiyor,
ben sürekli onu düşünüyorum. Sonunda onu kaçırmaya karar kıldım. Paydos zilinin
çalmasıyla herkes koşuşturmak suretiyle mekanı terk ediyordu. Hava kararmıştı. Birazdan
ara sokaktan yanından geçecek. Yürürken küçük, narin elleriyle yerdeki çöpü
aldı yürümeye devam etti. Evine ulaştıracak servisi az ötede. Yaptığı temizlik
faaliyetinin verdiği öz güvenle kendinden emin yürüyor. Çöpü atmak için ara
sokağa doğrulmasıyla bayılması bir oldu. Çöpün kenarında yatırdım, ortalık
sakinleşince aceleyle arabama götürdüm. Fazla yer kaplayan bir yapısı yoktu,
fakat kendimi riske attım. Garaja saklanıp gece olmasını bekledim. Bu süreçte
onu defalarca bayıltmam gerekti. Gece 3 civarı evime çıkardım ve gardıropa
kitledim.
Bütün
dengemi bozan o olay saatinde perdeleri kapatıp gardıropu açtım. Ağlamaktan şişmin
gözleri ve çaresizliğiyle aynı ona benziyordu. Bazı olaylar da kişiler gibi
çift yaratılmıştır. Bir anda dokuz yaşıma döndüm. İlk defa bir insana kendimi
anlatmak için muazzam bir çaba sarf ediyordum. Ağzımı olabildiğince açıp
kapatıyordum. Nasıl göründüğü ve başarılı olup olmadığı mümkün değil. ‘’Beni
siz yarattınız, ben yok ediyorum!’’, ‘’Beni diğerlerinden neden ayırdınız?!’’, ‘’Ben
de sizler gibiyim, sizler kadar kötü, hatta en kötüsüyüm!’’, ‘’Ben insanlığın
ve kötülüğün en büyük patronuyum! Bu vahşet hepimizin!’’. Beni anladığına emin
değilim fakat çabaladıkça gözlerindeki korku büyüyor ve gözyaşları hiddetle
akmaya devam ediyor. Uzun yılların ardından ben de ağlıyorum. Dokuz yaşında
yapamadığım şekilde beraber ağladık. Kısık sesle bağır çağır ağlıyoruz! Kan damarlarımda
tekrar hızlı akmaya başladı. Bilincimi kaybettim. Gözü yaşlı şekilde fotoğrafını
çekip makineyi kapının önüne koydum. Bıçağı getirip dokuz yaşında yaptığım
şekilde ufak kız çocuğunun canını oracıkta alıverdim. Pencereyi araladım,
odanın kapısını açtım. Akan kana aldırmadan yamacına oturdum. Ağlıyordum;
sessiz, bağır çağır ağlıyorum. Beklediğim esintinin gelmesiyle elimde hazırda
bulundurduğum neşteri can damarıma sürmem bir oldu. Göz yaşlarım kanımdan hızlı
akıyordu. Bütün vücudumu saran o sıvı esintinin verdiği rahatlamayla beni derin
bir uykuya sürüklüyordu. Kapının kırıldığını hava sirkülasyonuyla duyardı bir
işitme engelli. Sesi duymasa da kapıdan odaya ulaşma süresini tahmin edebilir. Bağırmaya
başladım, anlamsız sesler çıkarmış olmam muhtemel. O soğuk bedene sarılarak
bağırıyor, bir yandan da ağlıyordum.
‘’BAK
BEN DE SİZLER GİBİ OLDUM. SAĞLAM VÜCUTLU, ZENGİN VE SAYGI GÖREN BİR İNSANIM. SİZİN
KADAR KÖTÜ, SİZİN KADAR İYİ, SİZİN KADAR DEĞİŞKEN VE SİZDEN DAHA CANİ!
ANLATAMADIM, KELİMELERİ KULLANAMADIM, O KUTUYA KULAK KESİLİP EĞLENİŞİNİZİ
ANLAYAMADIM. ONUN DIŞINDAKİ HER ŞEYİ SİZDEN DAHA İYİ YAPTIM. KÖTÜLÜĞÜ DE! AMA
BU KORKUNÇ KARİYERİ TEK BİR HARFLE OLSUN ANLATAMADIM! SİZE BİR ÇOK FOTOĞRAFTAN
OLUŞAN BİR CİNAYET MÜZESİ VE TÜYLER ÜRPERTEN KÖTÜ VAKALAR BIRAKTIM. HEPİMİZ
KÖTÜYÜZ, VE HEPİMİZ İYİ. HEPİMİZ ŞEYTAN VE MELEĞİ İÇİMİZDE TAŞIYORUZ. BEN O
MELEĞİ DE ÖLDÜRDÜM!’’
Gözlerim
kapanmak üzere kapıda birçok polis belirdi, küçük kız çocuğuna şefkatle
sarıldım. Nefes alış verişim yavaşladı ve sonunda kesildi. Son birkaç nefesle
kulağına fısıldadım:
‘’Üzülme
ablacım, ağlama da. Baksana ben de senin gibi normal bir insan oldum…’’
12 Mayıs 2015 Salı
KADRAJ
Kaç
derecede saklanırsa bozulmazdı anılar? Kaç poşetle sarmalayıp saklarsan koku
yapmazdı? Kendi soğukluğu yeter miydi kendini muhafaza etmek için? İçi ısıtan
anılar daha çabuk mu bozulurdu oda sıcaklığında? Bozulunca daha değişik mi
hatırlanırdı? Yoksa silikleşir, siyah kör noktalar mı oluşurdu? Hani kati
suretle ardındakini hatırlayamadığın siyah kör noktalar…
En
az organik ürünler kadar anıların muhafaza edilişi de mühim ve sistemlidir.
Birinci ve en önemli koşuludur gruplandırma yapmak. Gülümsetenler ve esefe
sürükleyenler… İyi olanlar fotoğraf kağıdına, kötülerse bilinçaltına tab
edilir. Foto muhabiri değilseniz eğer üzgünken birinin fotoğrafını çekmek genelde
mümkün değildir. En doğal fotoğraf potansiyeli olan bu anlarda fotoğraf
çekmekten daha mühim vazifeler vardır. Avutmak, sakinleştirmek ya da unutturmak
gibi. Ayrıca son derece insani bu durumların hatırlanmasına da lüzum yoktur. Her
bir mutlu an itinayla defalarca çekilirken, kötü anlar gizli saklı yaşanır ve
orada biter. Bitmesi gerekir. Bu düşüncelere kapılmamın üzerinden elli yedi yıl
geçti. Ve bu mentaliteyle çektiğim ilk fotoğrafın üzerinden…
Kendimi
fotoğrafçı olarak tabir etmesem de uzun yıllardır fotoğraf çekiyorum. Geçen hafta
itibariyle bıraktım. Üç yıl önce bırakmam gerekiyordu normal şartlarda. Ellerim
ayaklarım yeteri kadar tutmuyor artık. Vücudun beyne hükmettiği zamanları
çoktan aştım. Beynim ellerim ve ayaklarımın arzularına cevap veremediğine karar
verdi. Birçok fotoğrafım titrek bir esinti gibi bulanık çıkıyor artık. Zaten üç
yıldır da pek çıkmıyorum fotoğraf çekimlerine. Onun ölümüyle karar verdim bu
amansız alışkanlığımı sonsuza kadar bırakmaya. Cenazesinde…
Yirmili
yaşlarda babamdan yadigar zenit marka fotoğraf makinesiyle başladım fotoğraf
çekmeye. Genelde mahallelinin iki dirhem bir çekirdek aile fotoğraflarını,
vesikalıklarını; askerlik, düğün gibi önemli olayları ölümsüzleştirirdim. Rica minnet
üzerine başladım desem yeridir. ‘’Selim sana zahmet’’, ‘’Selim lütfen’’, ‘’Selim
ellerin dert görmesin’’, ‘’sen olmasan napardık be Selim’’. Cebime sıkıştırılan
harçlıklara ve iltifatlara ortaktı cevabım ‘’Eyvallah x abi… Ne demek.. Sağ
olasın…’’ ve tek cümle üzerine kuruluydu tüm yapı ‘’Gülümseyin çekiyorum.’’
O
zamanlarda tanışmıştım Nilüfer’le. Sürekli kavga ederdik. Tartışmalarımız yüksek
perdeden kelimelerle devam eder, kısık ağlamalarla sonlanırdı. En çok o
zamanlarda severdim Nilüfer’i. Gözyaşları ekseninde kızarmış yanakları,
sulanmış gözlerinin pastan arınmasının parıltısı ve kaş uçlarının çaresizlik
içinde üst noktada kavuşma çabaları. O anlardan birinde karar verdim
mutsuzluğun fotoğraflarını çekmeye. Kısık ağlamalarının birinde fotoğraf
makinesini odadan kaptığım gibi getirdim. Adını seslendiğimde bakmasıyla
düğmeye basmam bir oldu. Kısık ağlamaların yerini yüksek perde hakaretler aldı.
‘’Selim! Sen hastalıklı bir adamsın!’’ kapıyı çekti ve gitti. Bir daha da
dönmedi hiç. Yıllarca konuşmaya çalıştım. Annesinin evinden dışarı adım atmaz
oldu. Soyadını değiştirmek ya da boşanmak için dahi iletişim kurmadı. Ben de
trajikomik bu ayrılışın buhranını bir an olsun üzerimden atmadım. Birkaç ay
kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Doğallığını, mutsuzluğumu bozmadan. Kendimi
toparlayıp dışarı adım attığımda cadde cadde sokak sokak mutsuz insanlar
aradım. Köyleri gezdim, cenaze kapılarında bekledim. İçimden hep o tek cümleyi
tekrarlıyordum: ‘’Gülümseme, çekiyorum!’’
Bütün
evi iki kat saracak fotoğraflar edindim. Mutsuz, gözüyaşlı, sinirli, bitkin
binlerce insan. Nilüfer’in ailesinin tek tek yok oluşunu kronolojik sıraladım
komidinin üzerinde. Hepsinde o aynı ağlamanın güzelliği, o çaresizliğin… Beş
senedir kimsesi yoktu. Yine de bir gram ısınmadı bana karşı. Bense bir adım
dahi uzaklaşmamıştım sevdasından. Yeni yetme bir evlat geldi bir gün kapıma. ‘’Selim
amca Nilüfer teyze sizlere ömür.’’ Makinemi aldığım gibi nefes nefese evine
gittim koltuk altımda yıllaar önce gitmeden önceki son hüznünü çektiğim
fotoğrafla. Tabut etrafında insanlar yığılıydı. Hepsi hürmet eder sağ olsun
bana yer açtılar. Gözyaşlarıyla karışan dedikodular odada uğultu oluşturuyordu.
‘’Çıkın dışarı!’’ diye bağırdım. Sessizlik
bıçak gibi kesti kalabalık uğultuları. Tekrar ettim ‘’ Çıkın dışarı!’’. Yaşın
belli bir seviyenin üstündeyse yaptığın davranışların saçmalığı yeterince
sorgulanmaz. Boyun eğdi her biri hızlı adımlarla odayı terk etti. Baş başaydım
sevdiğim tek kadının nihayete ermiş bedeniyle. Tabutu andırmıyordu kendini. Koltukaltımdaki
ağlayan fotoğrafını koydum baş ucuna. Yaş ile duygusallık doğru orantılıdır. Kısık
kısık ağlamaları onun yerine ben yaptım bu sefer. Tek kelime etmedim. Duymayacağından
değil, söyleyecek tek harfim kalmadığından. Muazzam derecede bulanık
çıkacağımıza emin olduğum son fotoğrafı çekmek üzere o ilk makinemi hazır hale
getirdim. Makineyi yukarı kaldırırken bana ihanet eden kollarımı merhumun yanında
iyice hissetmemle göz kaslarımın kendini salıp gözyaşlarını serbest bırakması
bir oldu. Son gücümle kollarımı yukarı kaldırıp makineyi kendime ve ardımdaki
tabuta doğrulttum. Son bir kez ardıma dönüp gözü yaşlı fotoğrafa göz yaşlarıyla
yavaşça fısıldadım.
‘’Seni
hala ilk günkü kadar seviyorum benim huysuz ve bahtsız kadınım.
Hiç üzülme, çekiyorum…’’
Etiketler:
ayrılık,
çekiyorum,
fotoğraf,
gülümse,
kadın,
kadraj,
mutsuzluk,
selfie,
son fotoğraf,
tartışma,
yalnızlık,
yaşlı adam
29 Nisan 2015 Çarşamba
HAYATI YANSIMALARDAN YAŞAMAK
Bazı olaylar
başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Saatine bakmak için
telefonunu kırk beş derecelik açıyla kendine doğrultup sol yanındaki tuşa
basmaya yeltenmesiyle patlak veren olayla farkına varmıştı bu durumun. Sıradan bir
Salı akşamı sırtını pencereye vermiş notlarını karıştırmayı kesip telefondan saate
bakmaya yöneldiği sırada sert bir gök gürültüsüyle irkildi. İki nokta dört
rakam görmek için eline aldığı telefonunda gürültü eşliğinde uçağın beyaz,
turuncu ve kırmızı renklerle boğuşmasına tanık olmuştu. Müthiş bir patlama! Ve
uçak parçalarının renklerle giriştiği o muazzam cümbüş. Arkasına dönmeye
cesaret edemedi. Dakikalarca bakakaldı ekrana, ekranın solundaki bütün olaya
ışık tutacak ve saati gösterecek aydınlatma tuşuna basmadı. Olay ülke gündemine
bir anda oturmuştu da olaya tanık olma şeklini hiç kimseye inandıramamıştı. Kendi
de inanmadı sonra.
Bazı
olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. İlk kez metro camına
60 derecelik açıyla baktığı sırada aşık olmuştu. Bir çift ateşten gözün
simetrik karşıt cepheden 60 derecelik açıyla saliselik bakışına çarpmıştı
gözleri. İki saniyelik aranın ardından tekrar göz göze geldiler. Hiç ayırmadı
gözlerini camdan. 30 derecelik açıyla kafasını çevirip aslına bakmaya da
yeltenmedi hiç. Tam 9 saniye! Metronun hızlanıp zamanın yavaşladığı, ayın
doğmakta tembel davranıp mesaiye geç kaldığı bir anda ne kadar büyük bir zaman
dilimi! Einstein yattığı yerden tebessüm edip ilk aşkın şerefine kadeh
kaldırıyordu. 9 saniyenin ardından o çift göz, sahip olduğu bedeni dünyanın en
çirkin sesine sahip o kadının ikazıyla metronun dışına taşıdı. ‘’Beşevler’’. Ayırmadı
gözlerini camdan, bir saniye kırpmadı gözlerini. Kafasını çevirip peşinden
gitmeye dahi tenezzül etmedi. Öylece kalakaldı uzunca müddet. Taa ki o çirkin
sesin uyarısına kulak kabartana dek, ‘’Son istasyon, dikimevi!’’
Bazı
olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Sakal tıraşı olduğu
esnada ‘’Artık katlanamıyorum! Bitti!’’ nidalarıyla açılmıştı birden kapı. Ardındaki
kapıyı görebilmek için yanlamasına 75 derecelik açıyla baktığında görmüştü
hayatını emanet etmeye hazırlandığı kadının fırlattığı yüzüğü. Yüzüğün aynaya
çarpıp giderden yuvarlanmaya başlamasıyla hayatının kadınının sokak kapısından
kaybolması arası 7.2 saniye. Olayın beyninde yarattığı depremin şiddetiyle aynı
rakamlara tekabül ediyor. Tıraş köpüğü beton kesilmişti. ‘’Gillete Mach 3 Turbo’’
tıraş bıçağı reklamların aksine sakal üstünde dans eder gibi kaymıyordu. Aynı zaman
diliminde kadının gidişiyle geçen sürenin o görüntünün aynadan kaybolma zamanıyla
arasındaki tezat karşısında Einstein’ın kemikleri sızlıyor, merhum kişi olaya
daha fazla müdahil olmak istemiyordu. Ayırmadı gözlerini aynadan. Dakikalarca bakakaldı.
Kapının çarpmasından 0.22 saniye önce kadının sırtı ve saçlarının oluşturduğu
görüntü toz halinde aynada kalakaldı. Ve hareketsiz bir şekilde dakikalarca
aynaya bakmaktan bir an olsun sıkılmadı. Zamanın durmadığına kimse
inandıramazdı o an, sakalında köpükle harmanlanmış kırmızı damlacıkların lavabo
giderine yaptığı yolculuk olmasa.
Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmenize fırsat verilse de gerçekleşir. Küçük bir azınlığa mensup bir dinozor olarak 98 yaşına varmayı başarmıştı. Çevresinde kime ‘’Allah uzun ömür versin’’ dediyse yaratanı o gencecik bedenden alıp bu lanetli insana vermeyi uygun görmüştü. Azrail, bütün vücudu cüzzamlı bir gurubete dönmüş bu lanetli ihtiyarı bir türlü ciddiye almıyor, çevresindeki bütün sevdiklerini gözleri önünde birer birer ellerinden koparıyordu. Ölümlerin her birine esef içinde tek tek şahit oldu. Türlü hastalık ve ecellerle ölen sevdiklerinin gözlerini o kapıyor, başında duasını o ediyor ve ilk toprağı gözyaşları içinde ilk o atıyordu. Çevresinde ses çıkaracak tek bir canlı kalmadığından her gün 98 senenin keskin hatıralarını katarakt olmuş o gözlerle tekrar ve tekrar önünde canlandırıyor ve anılarını kesintisiz yaşamak için hala 62 sene önce yüzük çarpan o aynayı kullanıyordu. Hayatına yön veren bütün olaylara cam ya da aynadaki yansımalarla şahit oldu. Türlü haber çığırtkanlığı yapan televizyonlar gibi. Ölümler dışında bütün dönemeçleri... Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. En çok gözlerine şaşırdı şu hayatta. Gözleriyle görüp gözleriyle inanamadı olup bitene. İyice bak derdi hep, gözün görüyorsa inanmasan da doğrudur, gözün gördüğü kulağın duyduğundan kesindir. Diğer duyuların aksine algıları daima gözler yönetir. Ve talihsizlik bukalemunların aksine insanların iki gözü de dünyayı aynı açılardan gözetir…
26 Nisan 2015 Pazar
AYRILIKLAR MÜZESİ: ZAGOR
Bazı olayların başlangıcı ve bitişini çok
sonradan farkediyor insan. Zihnin kalın duvarları arasından yükselmiş zümrütten
bir kale gibiydi varlığı. İki yıl önce beynimin kanalları arasındaki labirentli
yollarda kaybolduğum bir anda farketmiştim o kusursuz yapının varlığını. Zihni karışık
olduğunda kavrayamıyor insan çevresinde olup bitenleri. Amaçsızca yol bilmeden
koştuğum zamanlardan birinde durup düşünmek için değil de yorulduğumdan durup
nefeslendiğim, o sırada sigaramı rahat yakmak için rüzgara sırtımı verip ardıma döndüğümde algıladım bir anda ardımda bitiverişini.
Sevginin
de öyle bir özelliği var. Önyargı gibi farketmeden bir anda bitiveriyor gözünün
önünde insanın. Bir anda anlıyorsun sevgi beslediğin insandaki ilahi
kusursuzluğu. Ve etrafındaki her şey manasızlaşıyor o andan itibaren. Şansın
varsa eğer, işte o zaman doğuyor güneş o zümrüt kalenin üzerine. Vee günışığının
mucizesi; göz kırpıyor yalnızlığından ve çaresizliğinden kaçıp sığınacağın o
mükemmel kale.
On
beş gün geçse iki yıl olacaktı. Bir ömür geçti de o on beş gün geçemedi işte. Gün
gibi hatırlıyorum başlangıcını. Bilen bilir öyle kolay kolay doğmaz gün ışığı
şubatta. Siyasalın yanında ağaç dibinde eğilmiş eski kitaplar satıyordu. Kitaplara
göz gezdirirken eski zagor çizgi romanları görünce beni hınzır bir gülümseme
almıştı. Rahmetli babamın yeni nesil oyuncaklara karşı daimi bir savunmasıydı
bu çizgi romanlar. Hep ‘’Bunlar da neymiş biz Zagorlarla büyüdük’’ derdi. İçimdeki
duyguları tekrar canlandırmasının şerefine zagorları almaya karar verdim.
-Ne
kadar bunların fiyatı?
Sesimle
birlikte döndü eğilmiş ve bezmiş o bedene tabii olan yüz. Yüzünün yarısını
yaprak gölgesi diğer yarısını Şubat güneşi sarmıştı. Daha dikkatli bakmak için
ellerini yüzüne siper etti. Bana sorsan 5 dakika ona sorsan 45 saniye yandaki
simitçiye sorsan maksimum 4 saniyelik duraklamanın ardından cevapladı:
-2
kahve
-Nasıl?
-2
kahve işte. Filtre kahvelerden.
-Fiyatı
yok mu bunun?
Sinirlenip
okul yolunu tutmuştum. Bir yandan bu gereksiz muhabbetten dolayı kendime
kızıyor, bir yandan babamın hatıralarını tek tek gözden geçiriyor bir yandan da
derse yetişmeye çalışıyordum. Gecikmeli de olsa ilginç bakışlar arasında derse
girdim ve düşünmeye başladım. Böyle olaylarda düşünmek istemli bir davranış
olmaktan ziyade kendi kendine gerçekleşen bir eylemdir. Gün boyu attığım
adımlar karşılaştığım insanlar ve tekrar tazelenen mazi bir bir tekrar
canlanıyordu zihnimde. Hızlı çekim bu sürekli tekrarlarda her seferinde bir
şeyler eksiliyordu. Zihnim gereksiz bir ayrıntıyı bir sonraki seferde muhakkak
def ediyor ve sonunda beni dört ana unsur etrafında topluyordu. ‘’zagor’’,
gözlerini gün ışığından kısmış o dikkatli bakan yüz, babam ve hatıraları…
Beklemenin
katlanılmaz olduğu saniyelere daha fazla katlanmadan apar topar çıktım henüz
bitmemiş dersten. Yürümekle koşmak arasında bir hızda sağıma soluma bakmadan
ilerliyordum. Kısa bir zaman diliminde gözlerim biraz daha dolu dikildim
tepesinde. Bu kez gölgem kaplıyordu bütün ‘’eğilmiş duran adam’’ın bedenini. Elimle
işaret ettim:
-Ne
kadardı bunlar? Gölgenin etkisiyle daha kararlı bakan o yüz daha kararlı ve
tebessümle bakıyordu.
-Üç
kahve.
-Gıcık
mısın sen? Sardık başımıza belayı.
-Zam
geldi. Biliyor musun memleketteki enflasyonu?
-Tamam
uzatma buraya mı getiriyim kahveleri?
Bekle
dedi. Çizgi romanları kenarı ayırıp kitapları çantasına koyması bana sorsan 10,
ona sorsan 15, simitçiye sorsan 115 saniye almıştı. ‘’Hadi gidelim’’ dedi. ‘’Ee
satmayacak mısın daha?’’ dediğimde ‘’satarız sonra canım sıkıldı’’ demişti. Peşin
fiyatına üç taksitte ödemiştim kahveleri. Ondan sonra da kendi ödemeye başladı
zaten. Üç kahveye zagorların yanında bir adet mazi aldığım gibi bir adet de nur
topu gibi ati satın almıştım.
Zaman
oldu gelip gitmelerimizle diş fırçalarımız da sevgili oldu, ardından not
tuttuğumuz dosyalar ve nihayetinde koşu için kullandığımız yedek spor
ayakkabıları ve kıyafetlerimiz. Kavgalarımız da olmuyor değildi. Diş fırçaları
başka yönlere bakıyordu o zamanlarda mesela. Tesadüftür muhakkak ayakkabılardan
biri mutlaka ters dönmüştür ertesi günü. 2 senelik o kaosun muhteşem ahenginde
başım dönüyor, bir elimle aya öbür elimle yıldızlara erişirken iyice
gerildiğimde aynı anda güneşin sıcaklığıyla yüreğimi ısıtabiliyordum. Zaman,
mekan ve insanlardan müstakil ayrı bir evrende sağa sola bakmadan, ayrıntıya
takılmadan koşturuyordum yalın ayak. Rüyalar da böyledir uzun metrajlı bir film
gibi hafızanda yer ederken başı sonu ve ortasından başkasını hatırlamazsın
hiçbir zaman. Yalın ayak koşturduğum esnada yuvarlandım o hayal aleminden. Düşmenin
etkisiyle bozuldu rüya, zaman yerine tekrar oturdu ve insanlar tekrar geri
geldi. İnsanların geldiği anda o çoktan gitmişti. Bana sorsan 15 salise,
simitçiye sorsan 15 dakika ona sorsan 15 yılı bulmuştu yok olması. Saliselik olduğuna
yemin edebileceğim o zaman diliminde parça parça kopmayı başarmıştı hayatımdan.
Çoktan koymuştu kafasına gitmeyi belli ki. İlk aklı karar vermişti gitmeye. Aklıyla
gitmişti ayakkabıları besbelli. Sonra yüreği gitmişti ağıraksak. Diş fırçasını
götürmek de kesin onun işi. Vücudu gelirken elleri ayakları geri gitmeyi
yeğliyordu muhtemelen. Onlar almıştır bütün kıyafetleri. Vicdanı almıştır
giderken kesin. Kokusundan içim yanmasın diye o parfüm şişesini. Ve en son
bedeni gitti, ‘’gitmem lazım, seni seviyorum. Hoşça kal!’’…
Bütün
bedenimi kesif bir felç aldı. Hoşça kal da diyemedim umarım kalacaktır. Parça parça
harcadığımızı gördüğüm zümrüt kalenin kalıntıları tepeme yıkıldı. Çıplak kalmış
ruhumun mahremini örtmek için sarılacağım birkaç parça eşya aradım. Boş dolaplar,
gereksiz birkaç parça üstbaş ve onlar duruyordu komidinin üstünde. Maziyi ve şimdiyi
içinde barındıran zagor’un çizgileri…
//MUSEUM OF BROKEN RELATİONSHİP//
Dipnot: Bu hikaye ayrılanların sevgililerinden kalan eşyaları bağışlamalarıyla oluşturulmuş ayrılıklar müzesine bir Türk tarafından bağışlanan zagor çizgi romanından yola çıkılarak yazılmıştır. Yolunuz düşerse müzenin ana merkezi Zagrep'te imiş. En yürek burkan parçaya gelince:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)