26 Ekim 2015 Pazartesi

ALA OLURUZ

               ‘’Tam olarak nerde başlıyor?’’ dedi. Aslında bitti diye noktayı koyduğun yerde. Öylece başlıyordu hamlığı insanlığın, öğrendim buymuş dediği yerde. Nerden itibaren kayboluyorsun içinde kavramların? Dıştan bakıp ‘’bu mudur?’’ dediğin seferde. Asıl hikaye şimdi burada başlıyor cancağızım. Nasıl oluyor peki? Yani doğru kavramları yanlış kelimelerle harcamamak için sabrettiğin yerde şekil alıyorsun. Durmak lazım daha çok, uzuuunca beklemek lazım. Kavramlara insanlardan çok değer verdiğin yerde taş olmalısın belki, uzun yıllar geçmeli üstünden; kavramların değil bizzat senin üstünden. Kavramlara doğru kelimelerle seslenince anlaşılıyor değeri hem kavramın hem de insanın… O zaman daha da beklemek lazım, öylece beklemek lazım hem de hiç bir şey yapmadan, mümkünse kıpırdamadan. Yıllanmak lazım şarap şişesi gibi belki de, nasıl olsa ‘’zamanla ala oluruz…’’

28 Haziran 2015 Pazar

HİÇ SES

‘’Sen mi geldin?’’
‘’Ben tabii ya. Birini mi bekliyordun?’’
‘’Yok ya, ne beklemesi. Kim bilir zaten buranın yolunu senden başka?’’
‘’Ee herkes gittiğinde ben gelirim böyle hatırlanmak daha gururlu olurdu.’’
‘’Üzülme. Kırmak için söylememiştim. Ben de seni düşünmüştüm bir an. Öyle pat diye gelince gaflete düştüm.’’
‘’Biliyorum’’
‘’O da doğru. Benimki de laf işte’’
‘’Konuşmuyorsun?’’
‘’Gerek var mı?’’
‘’Ne bileyim konuşursun diye düşünmüştüm. Ne kadar sakin değil mi ortalık? Kelebek kanat çırpsa pırpır sesi çıkar sanki’’
‘’Öyle. Her savaştan sonra öyle değil mi sanki? Kapanış; sessiz, sakin, duru bir karanlık.’’
‘’Ne yapıyorsun sen? Dinlemiyorsun beni.’’
‘’Gökyüzüne bakıyorum. Ay parlıyor. Baksana nasıl yara almış yüzeyi. Taş değil mi yüzeyi? Ne güzel parlıyor.’’
‘’Dağıtma konuyu. Hem arka yüzeyine bakacaksın yaralı yüzey görmek istiyorsan. Merak ettin mi hiç?’’
‘’Harbiden öyle mi? Aaaa bak benim de aklımı karıştırdın. Nasıl hissediyorsun?’’
‘’Cevap vermeyeceksen gideyim ben.’’
‘’Bi dur Allah aşkına. Düşünüyorum ne desem bilemedim.’’
‘’Biliyorum.’’
‘’Bilmiyorum çok tantanalıydı. Konuşmadık hiç seninle o zamanları. Sürekli savaş halindeydim. Sürekli coşku, sevinç, savaş. Hepsini bir yaşadım. Durmadı hiçbir şey şu anki gibi. Hep bir devinim vardı. Bilmiyorum inan. Öyle değildim ki ben. Yani sese, kargaşaya, gün yüzüne bulaşmazdım hiç. Sessiz diye gece yaşardım. Laf anlatmazdım hiç öyle uzun uzun. Anlaşılmayınca bozulmazdım ya da yaralayıp yara almazdım.’’
‘’Bir daha böyle kırılmazdım diyordum ne bileyim. Daha aklı başında olurdum. Dert etmezdim, ezberim vardı bir kere. Bozmazdım onu diye düşünmüştüm. Defterde ne yazıyorsa oydu. Basit kurallar vardı ve ona göre yaşardım. Yalnız da kalmazdım hem. Hani büyümüştüm de aklımı da başına devşirmiştim. Basit kuralları uygulayıp yüreğimi nadastan kurtaracaktım. Enkazı kim kaldırdıysa yeni binayı ona diktirecektim. Yalnız bırakmayacaktım mesela ya da derdine ortak olacaktım. Çaresizken sarılacaktım, sorununa çözüm arayacaktım. Ellerinden tutup göğe kaldıracaktım. Topladığı yıldızlarla saçlarına taç yapacaktım. Biliyorsun hayal gücüm geniştir. Düşünmekle sınırı yok hayallerin. Bir masal kahramanı yapacaktım belki. Ağzının üstüne gülen yüz çizecektim belki ya da şiirlerde şarkılarda saklayacaktım. Nerde o şarkı çalsa onu hatırlayacaktım. O parfümün kokusunu alınca o gelecekti hemen mutlu olacaktım. Belki çocuksu hayaller kurup gelecek hesapları yapacaktım. Bu sefer farklı diyordum hem bu sefer farklı. Ben farklıyım diyordum artık. Anlayışlıyım diyordum. Bu kadın güldürür diyordum, öyle tebessüm değil kucak dolusu güldürür, arsız kahkahalar attırır diyordum. Ben de onu derdinden sıkıntısından arındırırdım. Liken gibi ortaklaşa faydayla yaşam sürdürür gideriz belki  diyordum en kötü ihtimalle. Kadın diyordum. Her şeyi sildiren, beni tekrar dünyaya getiren, büyütüp besleyen kadındı diyordum. Seviyordum, se..’’
‘’ee’’
‘’Kesme lafımı. Biliyorum öyle kolay da değil dağınık cümleleri bir çırpıda anlamak. Her şeyi söylüyordum aklımdan geçen. Hiç düşünmeden ve durmadan koşuyordum. Yoğun bir savaş içinde gibiydim. Kendimle onunla ve hayatla. Acımıyordu hiçbir yanım. Adrenalinden hissetmiyordum. Devinim içinde acı çeksem de yaşadığımı hissediyordum. Bütün zihin yapım o nokta üzerineydi. Elimden tuttu, beni ancak o kurtarır diyordum.’’
‘’Olmadı tabii.’’
‘’Kesme sözümü lütfen. Evet olmadı çünk..’’
‘’Neden olmadı?’’
‘’Olmadı işte. Fikirlerimiz tutmadı. Yaşam standartlarımız, algılarımız, anlayışlarımız tutm..’’
‘’Yalan söylüyorsun’’
‘’Nerden çıkarıyorsun? Hem bir dakika sen bunların hepsini zaten biliyorsun tekrar tekrar neden bana soruyorsun?’’
‘’Böyle daha zevkli oluyor. Farkına varıyorsun işte. Evet kurtarır diye dediğin kadın birebir sen çıktın. Spesifik tüm sakat ve sağlıklı noktalarıyla sen çıktın. Melankolisiyle, gürültüsüyle, heyecanıyla ve bıkkınlığıyla ta taaaa sevgilimiz sevgisinde kendisini buldu. ’’
‘’Saçmalama! Ben de saçmalamayayım. Saçmalıyorum bence. Keser misin komik duruma düşürüyorsun.’’
‘’Komik değil bence. Bu kadar saçmalama arasında doğruları da bulup çıkarıyorsun devam et derim.’’
‘’Etmiyorsun, peki. Peki şunu söyle ne oldu? Yani her şey bitince ne oldu?’’
‘’Sakinlik. Yani at üstünde koşmuyor dünya artık. Belki kaplumbağa kabuğunda devam ediyor. Sesleri net ayırt edebiliyorum. Kafamın içinden geçenler artık daha durağan. Hissetmiyorum mesela. Kızmıyorum, sinirlenmiyorum. İşin doğasından başka bir şey düşünmüyorum. Anlatamadım ama sen anlıyorsun zaten. Yaptıklarımı düşünüyorum sadece. Öyle sinir harbinde ya da pişman olarak değil. Bilim adamı titizliğinde ve robot ruhsuzluğunda tahlil ediyorum. Kurtarma gibi de bir niyetim yok ne kendimi ne de çevremdekileri. Sadece durum tespiti yapıyorum. Hiç olmasaydı demiyorum. Tekrar olsaydı?, bilmiyorum. Tekrar ya da başkasıyla nasıl olur tahayyül edemiyorum. Tekrar olur mu? Sanmıyorum. Aslında tek bir şey biliyorum şu an.’’
‘’Dur söyleme aman. Şunu söylesene, ben kimim? Aslında biliyorsun. Sesli söyle yankılansın.’’
‘’Sana senden yakınım biliyorsun. Bir isim de koymadın ama adımı biliyorsun. Yazdıklarında, çizdiklerinde, şu an anlattıklarında hepsinde var. Ve ben de senin gibi düşünüyorum. Senin gibi yaşıyor, senin gibi hissediyorum ve seninle ilk defa bu kadar yakınız.’’
‘’Ee hadi söyle ama. Cesaret biraz lütfen. Hadi tamam istediğin gibi de hitap edip tanımlayabilirsin.’’
‘’……..Sevgilim?’’
‘’Ben geldim yine. Kopamıyor demi düşüncelerimiz?’’
‘’Oyun oynuyorsun demi bana. Sen değilsin. Yok sensin, o değil. Sensin değil mi?’’
‘’İç sessin, öylece iç ses. Başka biri değil. Başka biri olsa bu kadar müşterek düşünemeyiz.’’
‘’Ne kadar sakin değil mi dünya. Bak bir yarasa geçti, hiç sesi çıkmıyor. Bitmiş midir savaş bir gidip baksak mı?’’
‘’Sevgilim?’’
‘’Hı?’’
‘’Sessizlik güzel böyle ne dersin?
‘’Bilmiyorum. Sessiz ol hissederiz birazdan.’’
‘’Hayatım’’
‘’Hı?’’
‘’Büyüdük mü canısı?’’
‘’Büyüdük cancağızım…’’

26 Haziran 2015 Cuma

AH CEVRİYE, GÜZEL KADIN!

İki ricam olacak:
 1-Bir alttaki hikayenin devamıdır dikkat ediniz. 
 2-Bu şarkıyı dinledikten sonra yahut şarkıyla birlikte okuyunuz. İyi okumalar...



               Dış dünyaya tepki olarak kendi içine kapanmış, modern tabirle ilkel kalmış mahallelerin genel yapısıdır. Monarşik yapıyla düşünüp demokratik yapıyla hareket ederler. Bizim mahalle de öyledir işte. Kendini içine almaya çalışan dünya düzenine karşı kapıyı içerden kilitlemiş, tüm zorlamalara rağmen kendi bildiği gibi yaşamakta kararlı insanlardan örülüdür mahallemiz. Okumuşluğumdan sıyrılıp bizimkiler gibi anlatacak olursam mahallemizde örnek alıp kutsallaştıracağımız bir olay ve bir insan muhakkak vardır. Bunlardan en güzel iki tanesidir Abbas Abiyle Cevriye Abla.
               Bilirsiniz her mahallenin ‘’yaban gülü’’ olarak tabir edilen, modern dilde ‘’taş hatun’’ dedikleri bir ablası, bir kadını vardır. Bizim mahalleninki de Cevriye Abla. Yıllar boyu mahalle ahalisinin gönlünü yakan, konum itibariyle ses çıkaramadıkları bir afettir ablamız. Aynı zamanda mahallenin kuruluşundan bu yana dilden dile dolaşan hikayenin de iki kahramanından biridir. Tahmin edeceğiniz gibi öbürü de Abbas abimiz.
               Geçen ay yaşanan vahim bir olayın ardından Abbas abinin vefat etmesiyle öğrendik efsanenin aslını astarını. Bizimkilerde adettendir biri vefat ettiğinde cenazesinden sonra toplanılır, sevdiği insanlar son bir kez etraflıca anılır. Abbas Abi vefat ettiğinde Cevriye Abla konuşmadan kimse cesaret etmedi anlatmaya. Yaşadığı o büyük yıkıma rağmen gözünü kırpmayıp dimdik duruşuyla kendine yeniden hayran bırakan ablamız, sesini ve gözlerindeki buğuyu giderdiği an başladı konuşmaya.
               ‘’Kendimi bildim bileli tanırım Abbas’ı. Yani onun olmadığı bir gün geçirmedim şu dünyada, bugün dışında. Abbas kendi başına bir şeyler yapmaya çabalayan, etrafına karşı çekingen bir çocuktu. Mahalleli ortaklaşa çeşitli oyunlar oynarken o kendi başına çamurla oynar, ben de evcilik oynarken bir yandan hayranlıkla onu seyrederdim. Abbas ‘’özel’’ bir çocuktu. Yani bazı konularda akranlarından biraz gerideydi. Arkadaşlarının dalga geçtiğini görmesem de o kendini bilir ve kendini geri çekerdi. O yaşına rağmen olayların farkında ve bunu aşmaya çalışıyor izlenimine kapılırdım. Ben de bu durumunu hayranlıkla izler, yaklaşamasam da bir gün onunla oynayacak olmayı hayal ederdim. Nitekim okula başladığımızda hayalim gerçekleşti. Sorunlu bir ailenin tek çocuğum. Bir yandan prensesler gibi büyütülürken bir yandan da kendimi bildim bileli evi idare ettiğimi hatırlıyorum. Bunun verdiği cesaretle ilkokulda direkt yanına oturdum sıra arkadaşı oldum. Tüm ömrüm boyunca aldığım en güzel karardı inanır mısınız? Ona ulaşmak çok zordu. Farklı düşünüyor, farklı yaşıyor, farklı mutlu oluyordu. Güler dediğim noktalarda gözleri doluyor, üzerim dediğim noktalarda gülücükler saçıyordu. Farklı bir evrene giriyordum sınıfa geldiğim zamanlarda. Her sınıfa geldiğimde muhakkak güzel bir şeyler olurdu. Üstü boyalı taşlar, kokulu silgiler, sayfaları çevirdikçe hareket eden resim defteri. Mutlu bir çocukluk geçirdim sayesinde. Ve sevgi bakımından doyum kaynağımdı Abbas.’’
               Biraz gözleri buğulandı, bir müddet bekledikten sonra devam etti Cevriye abla. ‘’Bilmezsiniz siz Abbas’ın çiçekliğinin nerden geldiğini. Gençleşmeye başladığı anda bile şeker gibi  bir insandı kendisi. Bencil huyları yoktu pek. Elinde avucunda ne varsa paylaşır, her işe koşar, akıl verir ve mutlu ederdi arkadaşlarını. Diğer insanlardan geride kalan yanlarını normal insan seviyesine çekmeyi başardığı gibi birçok konuda da yaşıtlarını geçmeyi başarmıştı. Bir tek o hastalığın getirdiği mahcubiyeti atamadı üstünden. Liseye gittiğimiz zamanlardan bir gün çiçek koymuş defterimin arasına. Başta fark etmedim çiçeği. Defterin arasından sıyrılıp düşmesiyle bütün sınıfla birlikte haberdar oldum çiçekten. Bütün sınıf çiçeğe odaklanmışken ben Abbas’a bakıyordum. Çiçekten daha kırmızıydı Abbas. Yüzündeki şoka rağmen sakinliğini korur vaziyette çiçeği yerden aldı, yüzüme bakamadan yakasına takıp koridora çıktı. Ses edemedim arkasından, gidemedim yanına. O da dönmedi o gün geri. Ertesi gün hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. Sakin ve iyice içine kapanıktı. Birkaç kez konuşmaya çalıştım da başaramadım. İlk göz ağrım, ilk heyecanım ve ilk aşkım çiçekle birlikte yerle yeksan olmuştu. Çiçek Abbas lakabı, o günün gençleri arasında hafızalara kazındı. Abbas’ın sevgisinden ve Abbas’a duyulan saygıdan kimse yaklaşmadı lisede ve sonrasında yanıma. Ben de hiç öyle bir arzuya kapılmadım tabii. Hep o güne isyan edip hiç olmamış gibi yaşamak zorunda kaldım. O günden sonra da bahsi açılmadı konunun.
               İlerleyen yıllarda aramızdaki bağ bir sevgiliden öte kuvvet kazandı. Abbas boy attı, mahallenin güzel abisi oldu, ben ise mahallenin gözdesi. Kapımdan çiçek ve şiir, çevreden sevgi ve övgü sözleri eksik olmuyordu. Abbas göndermiş gibi seviniyordum hepsine. Abbas da kıskançlık yapmıyor sevgiye dair ne varsa hoş görüyordu. Tabii o ruhen güzelleştikçe ben ona bir kez daha aşık oluyordum. Mahalleye huzuru ve sevgi saygıyı Abbas aşılamıştı. Yolda kimi görse bir şekilde tebessüm ettiriyor ya da yardım ediyordu. Bütün mahallenin sevgilisi Abbas’ın bana karşı sevgisi de kendiyle büyüyordu en az benimki kadar. Karşılıklı sus pus oluşumuz bir anlaşma gibiydi. Dokunmuyor, dile getirmiyor, tepkide bulunmuyorduk bu duruma karşı. Birkaç şey dışında tabii. Her sabah lokantamın önünden geçerken yakasındaki gülü koklar, tebessüm eder ve elini kalbine koyardı. O elini kalbine koyar, benim içim kabarırdı. Koşullanmıştım artık. Onun geçeceği saatten on beş dakika önce kapının önünde bitiverirdim. Akşam da beni alıp apartmanın önüne kadar getirmesi için beklerdim hep. Hafta sonları pazar alışverişimi yapardı mesela. Yapma diyemezdik birbirimize. Ben de hafta başlarında o işe gittiğinde gider evini temizlerdim. Bir nevi evli gibiydik aslında. Kapısının da kilidi yoktu zaten. Ne gerek var, neyim var ki zaten der, kim gelirse güzel karşılar, insanlara güvenirdi. Hayatı boyu kibardı yiğit adam. Kaldırmadı yüreği o şeyi, o, o olayı.’’
               Sonra birkaç şey daha söylemek istedi de yüreği el vermedi Cevriye ablanın. Müsaade istedi ve gitti. Hala gururlu ve güzel bir kadın. Bütün mahalleli hayranlıkla bakardı dik duruşuna ve asaletine. Niceleri abayı yaktı. Kimseye yüz vermedi. Genç kızlardan bazıları aşkını ablasına anlatır, bu devirde aşık olmak mı varmış der şen kahkahasını atardı. Musallat olmadıkça ikisi için de sorun değildi Cevriye’nin bu tür gönül mevzularına maruz kalması. İkisine de sönük geliyordu böyle duygular. Kendi sevdalarının yanında sığ kalıyordu. Etraflarını saran dünyanın komik bir vesvesesi olarak görüyorlardı kendileri dışındaki olayları. Meyhanede babadan kız isteme geleneğini de Abbas abi getirdi mahalleye. Her şey tadında yaşansın isterdi. Genci yaşlısı demeden herkesi sürekli dinlerdi. Bir kere sesini yükseltmez, herkesi bir şekilde ikna etmesini bilirdi. Ölümüyle Cevriye ablayı da öldürdü Abbas abi. Evinde cansız bedeninden haberdar olduğumuzda üstünde yakasındaki çiçek de vardı. Cevriye abla bırakmıştı muhtemelen. İlk mahalleyi terk eden de o oldu bir hafta sonra. Sonra da kimse kalamadı zaten.

               Şehirler arasında sıkışıp kalmış güzel bir masaldı bizim mahalle. Dünyanın en güzel iki insanı birbirine denk gelmişti de kavuşamamışlardı bir çiçek yüzünden. Belki de ikisinin birbirini sevgiyle beslemesiydi, beşeri bir şekilde kavuşamamalarıydı onları güzelleştiren ve efsaneleştiren. Şimdi ikisi de birer kahraman gibi. Rengi solmuş insan ilişkilerinde ve dünya düzeninde kıpkızıl açmış birer karanfil belki…  

22 Haziran 2015 Pazartesi

MODERN ZAMANLARIN GELENEKSEL DELİKANLISI ABBAS AĞBİ



               ‘’Allah’ım şu hayatta kulların insaf etmedi. Sen insaf eyle de şu rakıdan yandığımız odun kalitesiz olsun ya rabbiii’’
               ‘’Amiiin’’. ‘’Buyrun başlayın ağalar afiyet olsun.’’
        Kültürüdür mahallenin cuma akşamları genci yaşlısı meyhanede buluşur hasbihal eder. Kimi tek kadehte eyvallah der kimi koca şişeye bana mısın demez. Açılış duasını ahalinin en büyüğü eder. Dua bitmeden kimse kadehi eline dahi almaz. Dua bitip içmeye başlanınca derdi olan derdini, fikri olan fikrini döker. Kimin ne sorunu varsa orada oturur halledilir. Mesela adetlerden biridir ilk kadehler içilince gönlü alevlenen genç varsa ilk kadehten sonra içlenir, kızın babasına derdini izah eder. İş bu konu açılınca ilk cümleden durumu anlayan baba elini kaldırır. Elini kaldırınca bütün meyhane o masaya dikkat kesilir. Aralarında fısıltılar neticeye varınca baba kabul ettiyse iki kadeh söyler. Kadehin biri oğlana biri babaya verilir. Baba ayağa kalkar, ‘’Oğlumun şerefine!’’ diye haykırır. Bütün ahali tek bir ağız ‘’Helaaal!’’ der. O gün o meyhanede tek kelime kötü olay konuşulmaz. Gönül işi bu ya neticede diyelim kabul etmedi. Tek kadeh ister baba. Kadeh gelir, baba elleriyle takdim eder. ‘’Bahtın açık olsun evladım’’ der, gönlünü alır. Kendi boş kadehini kaldırır. ‘’ Ahmet evladım yuvamı onurlandırdı, var olsun. Allah da onu doğru kuluyla onurlandırsın!’’ der, bütün ahali ‘’Eyvallah, Ahmet’ime!’’ der hepsi aynı anda oğlanın şerefine kadeh kaldırır. Gönlü alınmış genç mahcup bir ferahlama içinde hor görülmeden masasına yol alır. O gece hüzünlü şarkılar çalar meyhanede. Gencin masasındakiler genci kırmadan gönlünü alır. Gece başında meşe odunu gibi yanan genç, mangal alevi gibi dinginlenir, o gecelik sakinleşir.
        
     Haftalık stresi alınan mahallede kavga gürültü olmaz pek. Kavga çıktığı durumlarda mahallenin ileri geleni tarafından dinlenir, çözüme kavuşturulur. İlla çözülemeyecekse birkaç ikazdan sonra haksız olan taraf göçe zorlanır. Fırını ekmeği keser, manavı meyveyi. Berberin makası körelir, kasabın eti taze değildir. Çaresiz kalan ev ahalisi başka mahallelerin yolunu tutar.
           
    İleri geleni çoktur da mahallenin ben en çok Abbas abiyi severim. Filmin etkisi ve her daim hoş sohbetiyle Çiçek Abbas derler. Yardıma ihtiyacı olandan elini, çocuklardan harçlığı, mahalle kadınlarından çekirdeği eksik etmez. Meyhanede görün hele sohbetiyle, neşesiyle harbi harbi çiçek açtığı hissi uyandırır.
               ‘’Ooo Selim hoş geldin.’’
               ‘’Hoş bulduk Abbas abi, yer var mı?’’ ‘’Lan sana olmaz mı be. Kerim abine bir sandalye getir.’’
               ‘’Bugün ne konu abi?’’

 Eskilerden bahsediyorum be Selim. Masayı gençler şenlendirdi bugün bir fosil ben kaldım. Öyle doğma büyüme Ankaralı değiliz elbet biz de köyden göçtük geldik. Bizim köyden koca bi sülale adım attı ilk buralara. Ahanda bu baraj mahallesine yerleşti hepsi. Sonra köyde kim sıkıştı şehre göç etmek zorunda kaldı buranın adresini verdi köylü. Hepsinin evleri barkları aha bu mahalleliyle düzüldü, ayakta tutuldu. Güzeldi be eskiden Ankara evim ha bura dediğinde kurulurdu iki güne. Zengini fakirinin toprağına karışmaz, fakiri köylünün toprağına meyletmezdi. Herkesin yeri belliydi yurdu belliydi. Kimse kimseyi hor görmezdi haliyle. Şimdi Başgan kovalıyor biz kaçıyoruz. Her yer zenginin oldu. İki muhit arasına sıkışabildiysen ha böyle deme keyfine. Doğasını da bozuyor mahallelinin bakmayın siz. Ha bizim kuşak taşır da bu mahalleyi sizde bizden eser kalmaz demedi demeyin. Özeniyor gençler tabii şaşalı binalara, lüks arabalara, onların alemlerine, dünyalarına. Bak evladım büyük sözü dinleyin, görün tatmayın; bakın, aldanmayın; dokunun koklamayın. Sizin ununuz belli hamurunuz belli. Bu saatten sonra bozarsanız ne size hayır gelir ne mahallenize. Aha geldi bi avare daha. Bilal! Sen gel hele gel gel. ‘’Geliyorum abi’’

Bilal mahallenin en saf delikanlısıdır. Ucu kendine dokunmayan bütün mahalle işlerine koşturur da mevzu kendiyle alakalıysa kendinden en ufak ödün vermez. Eli de biraz sıkıdır. Sağlam yapılı eblek bakışlı bir çocuktur. Merttir de ağzı laf yapmayı bilmez. Zengin mahallesinde bir kıza yanık. Ne dediysek caymadı. Bi işimiz düştüğünde anında bitiverir, iş bitince görebilene aşk olsun.

‘’Bilal niye gözlerin ağlamaklı?’’
 ‘’Bişey yok ağabey’’.
‘’Otur bakalım, Bilal’ime kadeh getirin.’’
‘’İç tek seferde’’
               ‘’Tamam ağabey’’
 ‘’Heh şöyle şunu da iç.’’
 ‘’Tamam ağabey’’
               ‘’Aferin anlat bakalım şimdi’’
               ‘’Ağabey Pınar var ya. Alıverem seni dedim ona’’
‘’Ee’’
‘’Güldü bana’’
‘’Sen naptın?’’ ‘’Ben de güldüm ağabey’’
‘’Sen niye güldün Bilal’’ ‘’Herkes gülüyordu ağabey’’
‘’Şimdi niye gülmüyon oğlum?’’ ‘’ Üzüldüm ağabey’’
‘’Oğlum seviyorsan niye üzülüyon. Sevgi insanı üzer mi oğlum’’
‘’Üzer ağabey’’
‘’Oğlum, bak sen onun seni sevdiğine emin misin? Dalga geçiyor olmasın?’’
‘’Seviyorum dedi ağabey’’ gözleri iyice dolmuştu.
‘’Elini tuttun mu oğlum? Elinden tutup arkadaşlarına tanıttı mı seni? Bak şunu beraber yapalım dedi mi? Dişleri gözükmeden gözleri parlayıp gülümsedi mi hiç kahkaha atmadan?’’
‘’Yok ağabey’’

‘’Oğlum bak sen genceciksin daha. Önünü ardını görmezsin. Yolunu bilemezsin. Dalga geçer sevdi sanarsın, kahkaha atar sevindi bilirsin. Şu kafan var ya senin, o kafanın içindeki hiçbir şey yok o mahallede. Anlayamazsın, sevemezsin, akıl sır erdiremezsin. Vefa, birlik, sadakat, direnç, destek bunlar önemli şeyler. Senin vefan ayrıı, onların vefası apayrı. Ne onlar sana yaranabilir ne sen onlara yaranabilirsin. Seni severler, el uzatırlar kötüye yorarsın. Sen seversin el uzatırsın, hafife alırlar. Davul bile dengi dengine be yiğidim.’’ Bilal bu sefer katmerli bir acıya derman olsun diye hızlı gidiyordu. İçki bu tabii her gönlü hoş etmiyor. Abbas abi kalktı masadan. Bilal anlatmaya başladı. Geri geldiğinde elinde iki avuç ceviz vardı. ‘’Ben o kızı kaçıracam ağabey’’. ‘’Kaçırmayacaksın, tut bakalım şunları tek elinle.’’ zar zor da olsa kavradı Bilal. ‘’Aha bunlar yüreğine yüklediğin yük Bilal. Hepsini tutarsan yoluna gidemezsin. Sarsılırsaan zamansız düşürürsün. Aklını başına devşir Bilal. Kendine uygun olanları seç, sıkı sıkıya onları kavra Bilal. Tökezlersen, yoluna taş konursa, sarsılırsan hepsinden olma Bilal. Oranın kadını kelebek gibi Bilal. Tutarsın toz olur, salarsın uçar gider. Sen eli nasırlı adamsın, elinde o kelebeği sağlam zaptedemezsin Bilal.’’

Rakının getirdiği etkiyle Bilal’in dilinin kemiği erimeye başladı. ‘’Ederim ağabey’’
‘’Edemezsin Bilal’’
‘’Ederim ağabey’’ her başkaldırışta ses tonu bir perde artıyor, bir yandan elindeki cevizleri sıkı sıkıya muhafaza ediyordu. Zıtlaşmanın ve alkolün verdiği etkiyle iri yumruğunu olanca gücüyle masaya vurdu. ‘’EDERİM LAN!’’ sesi gürdü tek. Elinde sımsıkı tuttuğu cevizler dışında bütün vücudu uysallığını koruyordu. Hiddetli haykırışının sonlanmasıyla Abbas abinin nasırlı ve hacimli avucunun Bilal’in yüzüyle buluşması bir oldu. Bilal bir tarafa cevizler bir tarafa savruldu. Abbas abiyi ilk defa bu hareketiyle gören bütün ahali sus pus olmuştu.

‘’Bak avcuna itoğlit’’ Bilal ağlıyordu. Boşalan eli refleksif olarak sımsıkı yumruk olmuştu. Hüngür hüngür ağlamaya başladı.
‘’Baktım ağabey’’
‘’Ne var lan elinde?’’
‘’Hiçbir şey ağabey’’ iyice gözyaşlarına boğuldu.
‘’Var orada iyice bak’’
‘’Yok ağabey’’
‘’Canın var lan senin orada canın. Aha bir tek o kaldı elinde. En ufak sarsıntındı bu Bilal. Tek tokatlık mı yetiştirdi baban seni. Siktir git kendine gel şimdi. Yarın da yanıma uğra.’’
‘’Bundan sonra o mahalleye gönül salan bu meyhaneye adımını atmasın.’’ Elini masaya vurmasıyla Bilal’le sarsılan masanın yere çökmesi bir oldu. İlk hiddetini göstermiş, mahalleliye ilk büyük huzursuzluğu tattırmıştı. Meyhaneyi terk etti. Ardından bütün ahali evin yolunu tuttu.

Gün geçti Bilal kendine geldi. Ağabeyinin lafını dinledi, yanına uğradı. Alkolün etkisi geçmiş, ağlaması kat be kat artarak devam etmişti. Bina önündeki kalabalıktan sıyrılıp eve girmeyi başardı. Abbas ağabeyini görünce dağ gibi çocuk olduğu yere çöküverdi. Kaba cüssesine rağmen zarif adamdı Abbas abi. Evladı gibi gördüğü delikanlıya kaldırdığı eli, bozduğu huzuru kaldırmamıştı o güzel yüreği. Sabaha karşı diyorlar, soluvermişti Abbas abi. Bilal kendine geldi, tabutunu da en önde o taşıdı.

Mahalleli o günden sonra ne meyhaneye uğrar oldu, ne de sohbet eder oldu. Mahallenin yaşlıları yavaş yavaş göçmeye başladı. Bir daha neşe ve huzuru yakalayamadı ahali. Güleç yüzleri gitmiş, çiçekleri solmuştu. Gökçek geldi zaten sonra. Buraları yıkıp çevre düzenlemesi yapacağım dedi. Ses etmedi kimse. Yaşlılar köyüne yol aldı, gençler şehirde arabesk kaldı. Mahalle güzel villalarla öründü, modern yaşam merkezi oldu. Çiçek Abbas vardı bir de. Unutuyor insanoğlu Abbas abi de affetsin. Yıllar sonra hatırlayıp ziyarete gidenler oldu. Gömüldüğü ağaca toprak oldu, Çiçek Abbas Çınar Abbas oldu. Giden köylü anlatır da kimse inanmazmış. Çınar Abbas tekrar çiçek oldu, Çınar yaprakları bir mevsime mahsur gür gür, renk renk çiçek doldu.     


19 Haziran 2015 Cuma

PAKETİNDE SEVGİ YAZIYORDU

Haddinden fazla şişmiş damarlarım, bedenimden ruhuma göçmüş kaslarım ve hasta yatağında Azrail’le münakaşa içinde olan bedenim müsaade ederse kendimi tanıtayım. İsmim Abdil, deli Abdil de derler. Yıllarca mahallede huysuzluk çıkaran, çocukluk anılarında yağmalanan bahçesini taş atarak koruyan huysuz ihtiyar var ya, işte o benim. Yüz yaşıma ayak basmama on yedi saat kaldı. Doktorlarla onun mücadelesini veriyoruz. Benden sorumlu olanı pek bir hevesli yeni doktor. Morg kaydıma 100 tam not vermek için Azrail’in nefretine maruz kalmayı göze alıyor. Ben de içimde bu savaşımda tek sayılmam. Çocukluğunda bacağı aksak kalmış iyi yanım sapasağlam gündelik olaylarla dinçliğini koruyan kötü yanımın kucağında sağa sola savrula savrula kalın bir ipte bu zamana kadar geldik. Bi ipte iki cambaz yürümez derler ya yalan. Zor da olsa yürüyor şahidi benim. İkisinin de davranışları doğalarına aykırı gariplerin. Kötü olan iyi olanı bırakıp rahat hareket edemiyor, iyi olan kendini feda edip kötü olanın yolunu kolaylaştıramıyor. Nasıl bıraksın ipin bi tarafı cehennem bi tarafı cennet. Bi tarafa yeltenip düşseler nihayete erecekler. Tüm bu ipte kalmalarının ısrarı da bu yüzden.
Ne diyordum, heh. O yaşlı moruk benim işte. Elli yıl sonra kalem aldım elime. Sabah akşam ikişer serumla besliyorlar beni. Biri iyi, biri kötü yanım için. Peki neden kötü bir insanım bunu anlatayım. Herkes kötü olsa da kötü insan neden kötü olur hep merak ederler. Farkında değildirler zaten kötülüklerinin. İnsan sevdiklerine ve sevmek istediklerine kötü davranır ben bunu bilirim. En azından kendi hikayem bu noktada başlıyor. Altı kardeştik en büyüğüydüm. Diğer kardeşlerimle birlikte evde eser miktarda sevgiden gram nasibimi alamamakla başlıyor huysuzluklarım. Üzerime ilgiyi artırmak için ev içinde ve dışında bütün çirkin işlere bulaştım. Annem terliğiyle odama kadar gözyaşları içinde kovalar ve dakikalarca hunharca girişirdi. Bir yandan gözyaşları içinde haykırırken bir yandan da ailenin doğurgan kişisiyle baş başa geçirdiğim saniyeleri hatta bazen dakikaları sayardım. Sonra babam geldiği gibi hışımla ‘’Nerde o piç’’ der direkt yanıma koşar, nasırlı elleriyle dakikalarca okşardı beni. Bir kere hiç unutmam 560 saniye. Dayaklar kesilince kapalı ışık altında iç geçire geçire tuttuğum saniyeleri çarpanlarına ayırırdım. Çarpma etkisinin psikolojik yan etkileri işte.            
               Yıllar geçtikçe bu adamı ancak bir kadın paklar dediler de görücü usülü Feride’yi istediler bana. Usluca utangaç bir kadındı. İri gözleriyle kaş altından korku içinde bakardı. Çok sevmiştim onu. Benimle evlenebilme ihtimalini aklım almıyordu. Çenesi altında nokta halinde üç beni, utandıkça kızaran elmacık kemikleri, tabla kıvamı alnında doğası gereği kalem gibi çizilmiş alnına küçük gelen güzel kaşları vardı. Kardeşleriyleyken şen şakrak olan doğası ben ortama girdiğimde mahcup bir sakinlik ve utangaçlığa bürünüyordu. Çoğu kez anlamsız geliyordu ve sevgi hali bu durum hali hazırdaki cinlerimi harekete geçiriyordu. Nihayet evlenip müstakil bir aile olduğumuzda alışkanlık kazanmasın diye tek bir güzel jesti bırak, iyi bir söz dahi söylememiştim. İlk üç ay düzelir diye muazzam sabır gösteren kadını dördüncü ayımda zıvanadan çıkarmayı başardı. Bu başarısını ağzını yüzünü ellerine dökerek anasının evine göndermekle taçlandırdım. Çok pişman oldum, her pişman oluşumda evlerini basıp kadını defalarca döverek yatıştırmayı başardım. Bir yıl dayanabildi garibim. Kanser olmuş ölmüş diyorlar. Bütün akraba eş dost bağını kopardı sonra. Hepsini ağız dolusu küfürler ettim. Bizimkilere hasta yatağında evini barkını zorla sattırarak bahçeli bir ev aldım. Ufaklıklar mirastan nasiplenemedi tabii. Hepsini mezarlarına kendi ellerimle gömdüm sonra. Allah onlardan alıp bana vermişti dur bakalım yaşasın daha neler yapacak diye. Çok pişman oldum. Oldukça da birilerini hırpaladım. Altmışımdan sonra aklım başıma biraz biraz gelmeye başladı. Geldi dediysek de öyle iyi davranmadım yine. Sadece kötü davranışlarımı sevdiğim insanları kaybetmemek üzerine yaptığımı fark ettim. Bilinçli kötülük evrem başladı sonra. Bilirsiniz mahallenin en güzel meyveleri en mendebur adamın bahçesinde yetişir. Bizim mahallede de o en güzel bahçe bendeydi haliyle. Yalnız kaldıktan sonra en büyük aktivitem sabah kahvaltısının ardından en güzel taşları biriktirip mahallenin çocuklarını beklemek olurdu. Bir gün birisi bahçe duvarına benim resmimi çizmiş, bir hışımla bulup dövdüm veledi. Akşam da eski usül Zenit makinemle duvarın fotoğrafını çektim yatağıma astım. Bir gün Ömer’i çağırdım yıllar sonra. Büyümüş kerata mahallede erik toplayan çocukların en küçüğüydü. Onları sevdiğimi söyledim. Niye taşladın diye sordu. E evladım erikler bitse gelmezdiniz ondan korktum dedim. Hatta başta biraz yiyin diye beklediğimi söyledim. Koca çocukluğunda altı kez eriklerimden yiyebildiğini söyledi hala sitemkar. Ekledi bir de biz hep gelirdik diye. Sevdiklerine zulmetmemek gerekiyormuş öyle dedi. Karşındaki severse hele hiç zulmetmemek gerekiyormuş Feride gibi. Sevgini gösterirsen sevgisini zaten sakınmazmış insan sevdiğinden. Öyle acı çektirmeye de gerek yokmuş pek. Çok geç öğrendim bunu da. Sevmeyi öğretmediler ki diyorum hep. Kendi yollarımızla öğrendik sanırım. Tesadüfi karşılaştığımız şiddet anının bireyselliğini sevgi sandık, ha bire o sevgiyi beslemeye uğraştık. Ne mutlu olduk ne mutlu ettik. Sadece sevdik kendimizce. Hunharca hem de. Karakterimize oturdu değiştiremedik de şu zamandan sonra. Artık zamanım geliyor hissediyorum. Umarım Feride’yle şu halimle karşılaşırım da elim kalkmaz sevgi göstermeye. Kan damarlarımdan çekiliyor hissediyorum artık. Parmak uçlarım karıncalandı ve hükmedemiyorum da. Son bir gayret saate baktım. 23.57. Üç dakika daha duramam sanırım. Son kötülüğümü genç doktora yapacağım. Nasıl da hevesliydi garibim. Alzheimer diyorlardı bir de. Salaklar, bak ben hepsini hatırlıyorum. Ömer’in gönderdiği çiçeklerin kokusu nefesimi kesiyor. Gerçekten gaipe yumuşak bir geçiş halinde uyukluyorum.
               -23.58.54- ‘’Doktor bey hasta vefat etti.’’ Hemşire gergin ve ürkek bir ses tonuyla doktora seslendi. Doktor üzgünden çok gergin bir ses tonuyla cevabından korktuğu soruyu sordu. ‘’Hangisi?’’. ‘’Şu yüz yaşına girecek olan’’. İçinden kızgın ve yüksek bir tonda küfürler savurdu. Umutla beklediği bu gereksiz an huysuz ihtiyar tarafından itinayla bozulmuştu. Celallendi, masadaki mumunu henüz yaktığı pastayı tek celsede yere savurdu. ‘’HUYSUZ İHTİYAR ATTIN YİNE SON GOLÜNÜ’’. ‘’Ömer bey gönderelim mi merhumu morga uğrar mısınız?’’ Hemşire korku dolu gözlerle soruyordu sorularını. Götürün dedi, ben yarın uğrar morgta bakarım. Buraları da sen temizle temizlikçiyi çağırma.
               ‘’Ömer 27 yaşında tazecik bir doktordu. Çok sevdi, hiç sevilmedi. Her girdiği ortamın en küçüğüydü. Çocukken bahçelerden erik toplayan çetelere üyeydi, erik yemişliği çok azdı. Kimse mesleğinden gayrısına ilgi göstermedi. Abdil amcası vardı, yıllarca ona kötü davrandı. Bir gün yanına çağırıp derdini anlattı. Ömer kitaplardan okuduklarıyla ahkam kesti, dert yandı. Ama söylediklerini hiç yaşamadı. Abdil amcasından gördüğünü sevgi sandı, sevmeyi öğrendi. Bencilce ve hayvanca hep o sevgiyle yaşadı.’’

18 Haziran 2015 Perşembe

NASİHAT



           Ulvi olaylar bile sıradan sonuçlara mahkumsa, olumsuz her olay, her insan ve karar yüreğine yerleştiriyorsa düşündükçe batan iğneyi; yüreğindeki iğneyi fazla oynatmadan önüne bakacaksın canım kardeşim. Üzmeyeceksin kendini, öyle saman gibi alev alır almaz yanıp yok olmayacaksın. Öyle boktan püsürükten her bir olaya da kırılmayacaksın. Sorunları zihninin merkezine oturtmayacaksın ya da hayatından bir dal ateş alıp geçenleri. Yüreğinin orta yerine söndürmeden atıp gidiyorsa izmariti, yanmamak için gerekiyorsa sen kendin basacaksın üstüne canım kardeşim. 

           Yalnızsın şu dünyada bunu asla unutma. Ne olursa olsun yalnızsın. Şu her uzun yolda hissettiğin duygu var ya, işte o duygunun keskinliği kadar yalnızsın. Birçok misafirin oldu, oluyor ve olacak fakat değişmeyen durum yalnızlığın olacak. Çok insan gelip geçecek bu topraklardan kardeşim, bazısına yoldaş olacak, bazısına yataklık edeceksin. Kimi hoyrat davranıp dağıtıp gidecek, kimi giderken bıraktığım gibi mi diye son bir kez kontrol edecek ama hepsi gidecek canım kardeşim. En son sükun içinde kendi kendinle baş başa kalacaksın. Dünyada tek değilsin canım kardeşim sakın bu gaflete de düşme. Dünyadaki kimse de tek değil unutma. Milyarlarca canlıyla paylaşıyorsun şu evreni. Ne yaşıyorsan, aklında ne varsa ve nasıl yaşadıysan önemli değil. Kendine ve herhangi birine özel bir rol atfetme. Sen de o da ya da bir başkası da yedi milyar insandan sadece birisi unutma. Çok sevdim demeyeceksin, çok güzel severim de… Sevgine öyle özel roller yükleme. Kaldır başını bak çevrene. Görmüyor musun herkes gibi seviyor, herkes gibi özlüyor, herkes gibi ilişki yürütüyor, herkes gibi şakalar yapıp yine herkes gibi ayrılıyorsun. Herkes gibi yaşıyorsan ve son noktaya geldiğinde artık senin de diğerlerinden farkın kalmıyorsa, takılıp kalmayacaksın hiçbir şeye, herkes gibi unutmasını da bileceksin canım kardeşim.
          İnsanları sev, değer ver ama değersiz olduklarının farkında ol canım kardeşim. Sağlam dur savrulma öyle en ufak karayelle. Kötü davranma hiçbir kula, kindar olma; sana kötü davransalar da yaralama hiçbir yüreği. Değer verdiğin, sana tat veren şeyler zamanla tiksinti ve utanç da verebilir. Bozuyorsa yüreğinin tadını, değişmişse ve bu değişim dayanılmaz bir hal aldıysa barındırma bünyende. Maddenin doğasına duyduğun saygıyla bozmadan dağıtmadan olduğu gibi arındır bünyenden. Sen haklı değilsin, çoğu zaman haksız da olmuş olabilirsin bunların pek önemi yok canım kardeşim. Sen iyi niyeti elinden bırakmamak kaydıyla doğru bildiğini yapmaktan yine de çekinme. Bencil olma, bencilliğinle tüketme çevrendekileri. Dokunduğun insanın da milyon düşünceleri ve duyguları var kafasında unutma. Bir yumrukluk yüreğini göz ardı etme asla. Terazi senin elinde şirazeyi kaçırma canım kardeşim. Empatinin rüzgarına kaptırıp kendi benliğini de yok etme. Her insan için kendi ve diğerleri mevcut şu dünyada her adımda bunu fısılda kendine. Dünyada yegane olduğunu, dünyadakilerin de yegane olduğunu, buna bağlı olarak her biricik bireyin aynı zamanda birer toz tanesi kadar da değersiz olduğunu unutma. 

          Gelecek planların ve hayallerini canlı varlıklar üzerine kurma canım kardeşim. İlkelerin, hedeflerin ve isteklerini belirle ve kendinden olabildiğince taviz verme. Kendini kaybetme şu dünya üzerinde ve benliğini yitirme. Kendine kendinden başkası sadık kalamaz kardeşim, kendini kendine asla küstürme. Birçok olay da çıkacak karşına ve hepsiyle mücadelen ancak benliğinin yerinde olmasıyla mümkün olacak. Kısacası ne kimseyi kır ne kendinin yok olmasına izin ver. Unutma sen yok olduğun vakit her şey manasız olacak.

          Çok hayal kırıklığı yaşadın belki. belki bütün kötü olaylar da üst üste geldi. Belki bu sefer vallahi de kalkamıyorum diyorsun. Öyle deme canım kardeşim kalkarsın. Belki daha güzel kalkarsın. Sen kendine hakim ol, kendini bil ve kendini dengele her zaman. Kendini değersiz hissedeceğin yerlerde ve yüreklerde kalmakta ısrar etme. Kendini her gün yeniden tanı. Bakamıyorsan artık kendi yüzüne, cesaretin de yoksa hiç. Güzel bir anı vardı çoktan unutmuşsundur. Bir gün aynada dikkatlice bakıyordun kendi yüzüne, gözlerin parlıyordu ışıl ışıl ve gülümsüyordun en saf en güzel halinle. İşte o tebessümü hep hatırla, hiç unutma canım kardeşim. Biz pek hatırlayamadık bu ara…

14 Haziran 2015 Pazar

UZAKLAR DA YAKIN OLUR

‘’Abi uzak ne demek?’’. Anlık sorulunca cevap da veremiyor insan. Pek çok kelimeyi anlamını düşünmeden kullandığımızı fark ettim o an. Zaman kazanmak için bir süre gözlerine baktım. İri gözlerini saydam parlak bir sıvı sarmalamış, kafasındaki soru işaretini şeklen yansıtan kaşlarının yukarı seyri yeşil zeytin gözlerini iyice ön plana çıkarmıştı. ‘’ Ne yapacaksın bakalım sen bu kelimenin anlamını?’’. Gayri ihtiyari sormuş bulundum. ‘’Ödevde yazıyor bilmiyorum anlamını.’’ 1. Sınıfa gidiyor henüz. Hem kendimi kurtarmak hem de sözlük kullanımını öğretmek amacıyla hadi sözlükten beraber bakalım dedim. ‘’Uzak olmayan yer’’. Evet faydalı olmak için giriştiğim eylem tdk ile bir kez daha elime yüzüme bulaştı. ‘’Gitmesi uzun zaman alan yer Yağmur.’’ dedim.  Tdk rezilliğini ötelemek için kendi cümlemle dolduruverdim o minik zihnini. Merakın etkisiyle yukarı kalkmış olan kaşları cevabın etkisiyle gözlerinin üstüne çöküverdi. ‘’Anladım’’ dedi, odasına geçti. Birkaç dakika sonra geri döndü, ‘’Abi uzaklara gitmek çok mu zor?’’. Değil tabii dedim. Her zaman uzak gelmeyebilir. Kaşları tekrar aynı merakı yansıtmak üzere yerlerini aldı. Açıklamaya devam ettim. Mesela arabayla gidersen o kadar uzak gelmeyebilir. Ya da uçağa binersin daha yakınmış gibi hissedersin. Şenlendi birden anlam veremedim. Yanağımdan öptü. ‘’Biliyor musun sen dünyanın en güzel abisisin.’’ Sevgisine karşılık verip sarıldım, ‘’hadi bakalım derse devam et sonra seninle oyun oynarız.’’ Tamam dedi odasına gitti. Odasından çıkmadı o akşam. Merak edip odasına baktım. Halıda oynanmış evciliğin izleri olduğu gibi duruyordu. Yatağına geçmiş elleri yastık altında üstü açık uyuyakalmış cimcime. Üstünü örttüm, ışığı kapattım.
‘’Abii’’. Kız kardeş sahibi olmak böyle bir şey. Her sabah kahvaltıya o uyandırır. Birkaç kez kapıyı tıklar ve aynı ses tonuyla seslenir. ‘’Annem çağırıyor kahvaltı hazır.’’ Cinsel kimliklerin farkı küçük yaşta oda mahremiyetine saygı yetisini kazandırmıştı. Kapıyı çalar, gel demeden katiyen kapıyı açmazdı. İlginç bir şekilde kimse de öğretme gereği duymadan oluvermişti bu duyarlılık. Ben de aynı şekilde yaklaşıyordum kapısı kapalı olduğu zamanlarda kendisine. Kapıyı açtım. Mutfağa çoktan gitmişti. Karşı duvara kağıt yapıştırmış günaydın yazıyor üstünde. Latinden çok kiril alfabesine benziyor. Sanırım yanındaki de kalp işareti. Yeni öğrendi okuma yazmayı. Neler de biliyor. Çağırdım, öptüm ve geri yolladım mutfağa. Yüzümü yıkayıp ben de yöneldim kahvaltıya. Çok soru sorar alışkınızdır. Şen şakrak yapısı eşliğinde art arda gelen soruları hiç aksatmadan cevaplarım. ‘’Abi şehirler arasındaki uzaklığı bilmek mümkün mü?’’  ‘’Mümkün tabii haritalardan bakabilirsin.’’ ‘’Gerçekten mi?’’ ‘’Evet. Gel bak.’’ Kahvaltıyı yarıda kesip odamdaki atlasa doğru yol aldık. Rastgele bir Türkiye haritası açıp gösterdim. ‘’Bak bunlar şehirler, şu altta da ölçek var. Cetvelle buraların boyuna bakıyoruz ve şu sayıyla çarpıp öğreniyoruz. Çarpmayı öğrendiniz değil mi?’’ Kafasını iki yana salladı. Çabuk ağlar yapısı gereği. Ağlamasına fırsat vermeden cetveli elime alıp gösterdim. ‘’Bak iki yer arasında bu cetvelde ne kadar boşluk varsa o kadar uzaktır.’’ Gözleriyle gülümsedi. ‘’Yani boyu kısalırsa uzak olmaz mı?’’ olmaz tabii. Öptü, kahvaltıya geçtik.
Okula götürürken harçlık istemeye başladı. Ne yapacağını sorduğumda, arkadaşlarıyla meyve suyu aldıklarını söyledi. Her gün ufak tefek harçlıklar vermeye başladım. Rüşvet gibi ben harçlık veriyordum o içten sarılıyordu. En ucuz sevgi edinme yöntemi. Bir gün okuldan gelirken kırtasiyeden oyuncak almak istedi. İçinde uçak, araba, asker gibi plastik oyuncakların olduğu poşete yöneldi. ‘’Bunu istiyorum alır mısın?’’ Her bakışında çaresiz kalırım. Sebebini sordum, arkadaşının doğum gününü kutlayacaklarmış. Aldık, yine mutluluktan havalardaydı.
Aynı rutinde devam ediyordu hayat. Derslerimin yoğunluğundan fark edemez oldum odasından hemen hemen hiç çıkmamaya başladığını fark ettim. Uyumuş, odası kapalıydı. Abilik güdüsü ağır bastı, uykusunda öpme isteğime yenik düşerek sessizce kapısını açıp ışığı yakmadan yatağına yöneldim. Yanağına yumuşak bir dokunuş yaptığım anda yorgan altında ucu gözüken defter kabını gördüm. Sessizce çektiğimde fark ettim kabaca yapılmış bir hediye kabı olduğunu. Meraka yenik düşüp içindekileri dökmeden odama taşıdım. Odamda kabın içindekileri boşalttığımda öfkeyle başlayan duygularımın yerini kesif bir hüzün aldı. Bir not, bir harita, bir uçak ve bir araba vardı. Notu açtım:  ‘’Çok uzağa gidecekmişiz demiştin ya. Üzülme. Abim bana uzaklara nasıl kolayca gidebileceğimizi öğretti. Tekrar beraber oyun oynayabileceğiz.’’ İlk sevda tohumlarını taşıyordu minik yüreğinde. Ve hüznün, ve ayrılığın ilk acısını. Kirlenmemiş dünyası ve oyunları, acı gerçeklerle kararıyor ve bölünüyordu. İlerleyen yıllarda hayatına sık sık müdahale edecek o karanlık el ilk müdahalesini yapmıştı. Ve bu sevgi dolu küçük beden çaresizliği ve karamsarlığı öğrenmemişti henüz. Olabildiğince özenle bantlanıp katlanmış kağıdı açtığında fark ettim durumu. Deneyimsiz ellerle tekrar elden geçirilen haritada Ağrı’yla Ankara arasındaki iller kesilmiş, uzaklar yakın hale gelmişti. İki çöp çocuk el ele tutuşmuş gülümsüyordu bu soğuk memleketlerin üzerinde. Karanlık kaplıyordu içimi, bir yandan da garip bir umut. Yeterince istendiğinde çözümü vardı belki de her şeyin. Belki de yoktu, kim bilir. Ama umutsuzluğun çaresi her halükarda mümkündü. Tüm eşyaları toplayıp aynı şekilde yorgandaki yerine yerleştirdim özenle.
Birçok kez şahit oldu bu memleket bölünme senaryolarına. Ama hiçbirinde bu kadar güzel bölünmemişti…

26 Mayıs 2015 Salı

Tadilattayız

Takip eden, bakıp geçen, aradığı bulamayan, başka bir şey ararken yolu bir şekilde buralara kadar düşmüş değerli okuyucu. Sosyal medyadan da duyurduğum üzere yazılarıma bir süre ara veriyorum. Yokluğumuz kati suretle kimseyi rahatsız etmeyeceği gibi yazılarla dünyevi sıkıntılarını iki dakika olsun unutabilen varsa bu geçecek zaman diliminde  onun vebalini üstümde taşımak da boynumun borcudur.Bu sayfa benim için her zaman kaçacak bir delik olmuştu. Fakat her şeyden kaçmak için kullanışlı olan bu delik, insanın kendinden kaçması aşamasında bir cehennem çukurunu andırabiliyor. Bunun yanında dünyevi bütün meselelere harcadığımız emeği ve nefesi en iyi sen biliyorsun. Çok sıkıntılı dönemlerde sıkıntılı bir ülkede yaşıyoruz. Bu noktada bazen her şeyi durdurup derince bir nefes alıp beyne oksijen gitmesini sağlamamız gerekiyor. Ben bu noktada son nefesimi de az önce tüketmiş bulunmaktayım. Şimdi olduğum yerde durup derince bir nefes alıp zamanın olayların üzerindeki tozu almasını beklemek ihtiyacı doğdu. Pek takmayacağının da farkındayım. Ama bu noktada hassasiyetimi elden bırakma gafletinde yine de bulunmayacağım. Dediğim gibi okuyucu, bir süre tadilattayız. Çünkü YENİLİYORUZ...

                                  (Sen yine de buraları boş bırakma. Ara ara gel, yeni yazı yoksa bir çayımı iç, eski yazıları seyreyle. İki sataş, lafını esirgeme. Konuşursan her şeye çare var. Belki senden bir hikaye yazarız.  Ne yap et de okuyucu, beni kendinden mahrum bırakma. Esen kal...)

24 Mayıs 2015 Pazar

ÖLÜMLÜ GÖLGELER

   
       Sıkıcı bir rüyadan daha kötüsü nedir biliyor musun? İç içe girmiş birçok rüya! Nasıl mı? Rüyanda rüya görüyorsun. Rüyanda gördüğün rüya ise rüya görmenin ta kendisi. Bilmem kaç yüz tane Mustafa var kafamın içinde. Hepsi kendi rüyasını görüp kendine çıldırıyor. Az önce 6. Kez uyandım rüyamdan. Bu sefer gerçek olan! Bir inanış vardır kolunu cimciklersen canın yanıyorsa gerçektir. Morarana kadar cimcikledim. Çok da canım yandı.
          
     ‘’Çocuk!’’ Yüksek sesle haykırdım. Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla balkondan inip yanına yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap vermeden gülümseyip işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını yeni fark ettim.
‘’Napıyosun?’’
‘’Gölgemin saçlarını boyuyorum.’’
‘’Ne? Gölgenin saçlarını mı boyuyorsun?’’ Küçümser tavırla baktı.
‘’Çok sıkıldı renginden.’’ Gülümsemiyordu bu sefer. Kendime hakim olup sakince cevapladım.
‘’Saçlarını boyuyorsun demek. Hayal kırıklığına uğra istemem ama gölgeler siyahtır.’’ Çocuk ses etmeden elimden tutup sürükledi. Garip bir şekilde karşı koyamadım. Binalar arasında tek düze kalmış lambalardan birçok yönden lambaların aydınlattığı meydana sürükledi en son. Gülümseyerek yüzüme baktı. İşaret parmağı yeri gösteriyordu. Algımın tekdüzeliği karşısında dehşete düştüm. Farklı yönlerden ışık alan gölgeler daha çok açık gri bir haldeydi. Bütün insanlar aptal önyargılarla ve kalıplarla hareket eder bu normal bir şey. Asıl dehşete düşüren gölgelerden birinin saçının renginin sarı olmasıydı.Kekeme bir ses tonuyla ‘’ Şşimdi bububu bunu sen mi yaptın?’’. Bu sefer alaycı bir gülümseme oturdu yüzüne. ‘’Güzel olmuş mu?’’ Cevap vermekte zorlandım. Bağırdım, ‘’ŞİMDİ BUNUN GERÇEK OLDUĞUNA MI İNANMAMI BEKLİYORSUN!’’. Ağlamaya başladı. Gölgeler de ağlarmış yere çöküp dizleri üstüne kapandı, hepsi beraber ağlamaya başladı. Sinirimi yenip sakince ben de eğildim. Bu sefer şefkatli bir ses tonuyla, ‘’Ne yani canlı mı şimdi bunlar da?’’ ‘’Evet’’ dedi. ‘’Peki hepsi mi canlı?’’ ‘’Hepsi tabii ya’’ kelimelerini tamamlamaya çalışırken bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu. Suyuna gittim ‘’Peki bunlar da senin gibi oyun oynuyor mu?’’ bakmadı bu sefer yüzüme, iç çekerek ‘’Hı hıı’’. Gaflet anıma geldi sormuş bulundum. ‘’Bunlar da insanlar ölünce mi ölür peki?’’. O zaman kaldırdı şeytani bir ciddiyetle başını. Oyun çantasından bir silah çıkarıp bana doğrultuyor. Hareket etmeme fırsat vermeden tereddütsüz bir hırsla düşünmeden çekti tetiği;
 ‘’BAMM!!’’.

 Cam kırığı sesleri, azalan ışık kümesi ve kızın sırt kısmındaki gölgelerden birinin yok olması eşliğinde nefes nefese uyandım. Dilim damağım kurumuş bir şekilde uyanırım hep. Suyumu içip tuvalete gittim. ‘’Bu bir rüya!’’ diye haykırıyorum içimden. Ses etmesin diye ‘’pis suyu’’ tuvalet taşının kenarına denk getirirken olayın bir anda beynime dank etmesiyle suyun akışının taşın dışına taşımayı başardım. Titreyen ellerimle alelacele rehberden Selim’i aradım. ‘’Selim gölgem yok!’’. Ses tonu uykulu ‘’Ne diyon lan sen’’. ‘’Lan oğlum gölgem yok gölgem!’’ bağırıyorum tuvalet yankılanıyor. ‘’Oğlum bu saatte manyak mısın sen? Gölgesi yokmuş. Dıt dıt dıt dııt’’ ‘’SİKTİR GİT SELİM SİKTİR GİİT!!’’ anlık öfkeyle telefonu yere çarptım. Evin bütün ışıklarını yaktım. Ellerimi bir korkuluk gibi sallandırdım, şekilden şekle girdim ama yok! Önümden bir sinek kaygısız bir yumuşaklıkla yanımdaki ayakkabı dolabına kondu. Minicik gölgesi önüne doğru serilmişti bile. Sinirlendim olanca gücümle dolabı yumrukladım. Defalarca! Daha da hiddetlenip sokağa attım kendimi. Bütün sokak lambalarının önünde çılgınlar gibi tepindim nafile. Koşmaya başladım. ‘’Şşşt!’’ Keskin bir komutmuş gibi sesi duyar duymaz durdum. Şarapçı. ‘’Paran var mı?’’. ‘’Gölgem yok!’’. ‘’İki şarap al gel.’’ Adam takmamıştı derdimi. Arsız davetini rahatlamak için bir vesile sayıp dediğini yaptım. ‘’Ne demiştin sen?’’. ‘’Gölgem yok!’’ GÖLGEYLE İLGİLİ TÜM CÜMLELERİM AGRESİF! ‘’Ölmüştür.’’ Dedi. O kadar kaygısızdı ki söylerken. ‘’Ben ölmeden ölemez!’’ iyice çıldırdım. Şişe o kadar hızlı bitiyor ki bi yandan. Gidip yeni bir şişe daha aldım. Bir yandan da gölgemin yokluğunu test ettim tekrar ve tekrar. Sığındığımız alana ışık vurmadığından deliliğimi defalarca sınayamıyorum. ‘’Ölürler.’’ Dedi. ‘’Gerçek hayata maruz kaldıkça insanın ilk hayalleri ölür, hayallerinin ölümü yaşama sevincini, yaşama sevinci gündelik zevkleri, gündelik zevkler mutluluğu, mutluluklar sevme yetisini, sevme yetisi de sevdiğin kadını öldürür. Acılı, sert ve yavaş bir biçimde ölür. Her saniyesi ızdırap bir ölüm, gerçekten seviyorsa tabii. Bu her ölümde daha da kararan bir gölge vardır. Adamın gölgesi… Neden kararır bilir misin? Yaşlanır her ölümle. O kadınla ölür işte gölge de. Dayanamaz, verir canını öylece aynı ızdırapla. Neden gölge ölür bilir misin peki?’’ aklım almıyor ama dinlemekten de kendimi alamıyorum. Etkisi altına girdim. ‘’Kadın can-ı yürekten istese de öl diyemez kendini öldüren adama. Kıyamaz da o beş para etmez hergeleye, canını yakan son noktada söyler o sözü ‘Gölgeni bile görmek istemiyorum.’ O an adam dayanır bir şekilde de gölge dayanamaz üstüne alınır. Böylece ölür işte gölge de.’’ Şişemi aldım hışımla. Küfürler savurarak evin yolunu tuttum. Uzaklaşırken arkamdan gülüyordu  bir de şerefsiz. Eve girene kadar bunların yarın geçecek bir kabus olduğunu varsaydım. Hiçbir ışığı açmadan balkona yöneldim. Şişe bitene kadar aralıksız sigara içmeliyim! Ancak bu şekilde sakinleşirim. Başını yıldızlara yöneltip düşme hissine kapılmak daima rahatlatıyor bedenimi. Şişenin sonuna yaklaşmamla yıldızların çoğalması doğru orantılı olarak artmaya devam etti. Sigaramı balkondan fırlattım. Düşüşünü seyrederken aşağıda küçük bir kız çocuğunun olduğunu gördüm. Sarhoşluğum kesildi bir anda. Dehşete kapıldım. Ailesinin de duymasını umut ederek bağırdım. 
    
      ’Çocuk!’’ Yüksek sesle haykırdım. Kafasını kaldırdı, gülümsedi ve oyununa devam etti. Hızla balkondan inip yanına yaklaştım. ‘’Çocuk!’’ Kafasını tekrar kaldırdı. Yine cevap vermeden gülümseyip işine koyulmaya devam etti. İşine diyorum çünkü oyun oynamadığını yeni fark ettim..
.
.
.
‘’BAMM!!’’
               

15 Mayıs 2015 Cuma

CUMARTESİ SABAHI

               Bu cumartesi de hevesle kalktım. Uykudan uyanınca pek fark etmiyor insan gündelik zayiatı. Duvarla yüz yüze kaldık uzunca bir müddet. Önceden ses ederdi, şimdi gıkı çıkmıyor keratanın. Bir miktar tencere tıngırtısı, varsa iki tutam şen kahkaha, dile pelesenk olmuş birkaç hoş ezgi ve kedi miyavlamaları. O da haklı ne yapsın, malzeme eksik olunca elinden anca boş boş bakmak geliyor. Dayanamadım kalktım yataktan. Aktif kullanmadığımız balkona yöneldim. Kedi kumu ve mamasının yanına ölü gibi uzanmış Şerafettin. Vakit geçer diye sataşmak istedim. Kafasını kaldırdı, ters ters baktı ve umursamaz tavırla geri yattı. Zamanın kedileri de insan gibi, işine gelmedi mi bozuk atıyor allahsız. Suyunu tazeledim ben de muhatap olmadım. Hiç bozmadım biliyor musun ritüelimizi. Gram istemesem de anahtarlarımı aldım çıktım dışarı. Bahar gelmiş ruzgar soguk çarpmıyor artık insanın yüzüne. Açmıyor insanın uykusunu ulu orta. Yüzümü yıkamıyorsun diye kızardın ya hep, dışarı çıkınca ayılırım derdim. Yüzümü de yıkamam gerekecek artık, sıcak rüzgar okşadıkça uykusu geliyor insanın. Kafama gelen ufak taşla açıldı uykum. Biliyorsun Çetin’i, arkadaşlarının taktığı lakap kadar var hani; ‘’Piç Çetin’’. Kalem tutmayı öğrenmeden taş atmayı öğrenmiş hergele. Hiddetle döndüm ardımı, onu görünce yumuşadım. En az serserilikleri kadar da tatlı eşek sıpası. Ne yapıyorsun lan bu saatte sokakta? dedim. Mahalledeki arkadaşlarının uyanmasını bekliyormuş. Aşağı mahalledeki ihtiyarın bahçeden erik çalacaklarmış. Öğlene kadar uyanamıyor moruk, erkenden malı toplamak lazım diyor. Beş yaşında nasıl da kapmış genç yaş argosunu. Elebaşılık yapıyor mahallede. Ama çocuk neticede, elimdeki bozuk paraları vermekle kandırıp yakaladım. Elmacık kemiğinden sağlam bir ısırık alıp saldım geri. Küfür etti bağırarak. Birkaç adım attım. ‘’Lan!’’ diye bağırdı. Yine ‘’Bırak Leyla’nın peşini yoksa sonun fena olacak!’’ dedi. Dönüp ardımı gülmedim bu sefer. Ardından ekledi, büyüdüğünde seni alacakmış. Bu söze ufaktan gülümsemeden edemedim.
               Sokak senin sesini çınlattı yol boyu. Köşedeki ipçi Neriman abla kesti önümü. Seni sordu, bayağıdır uğramıyor yeni modeller geldi durumu sıkışıksa veresiye hesap açarım dedi sen yabancı değilmişsin. Soğutmasın arayı diyor. ‘’Söylerim abla’’ dedim. Ben de göremiyorum diyemedim. Saçma değil mi? Yani olan olmuşsa söylemek gerekir öyle pat diye. Ne bileyim gelmedi içimden. Fırına gittim simit almaya, her zaman saatinde çıkan simiti bugün geciktirmişler. Rıfat abi ‘’Otur çayımı iç on dakikaya çıkar’’ dedi. ‘’Yok abi iki zeytinli poğaça ver bugünlük de böyle olsun’’ dedim. Burada olsan alay edersin biliyorum. Gittiğinden beri o kadar yadırgamıyorum poğaçayı. Gerçi şu aralar ne yesem ya saman ya plastik gibi. Dönerken Ayşe teyze ses etti, hal hatır sordu. Bahçedeki fidanları buduyormuş. Abla bu saatte bahçeyle mi uğraşılır dedim. Sabah namazından sonra uyuyamıyormuş. Abla koparrma demeye kalmadan çıt çıt iki gülü koparıp elime tutuşturuverdi. Sana değil haa diye uzun uzadıya da tembihledi şen şakrak. Leyla kızıma götür dedi. Kulağıma yaklaşıp fısıldadı. Biliyorum sevmez dalından koparılan çiçekleri. ‘’Buduyormuş daha güzelleri çıkacakmış dersin’’ dedi. Ses edemedim iki kere yutkundum, peki abla sağ ol dedim. Bu aralar bayağı semeleştin hayırdır yavrum? dedi. Havalardandır abla dedim. Döndüm telefondan anlamına baktım; ‘’ahmak’’ demekmiş. Ses etmedim neticede kadın da haklı. Apartmanın önünde Piç Çetin’i gördüm yine. Mahalle çocuklarını toplamış taktik veriyordu. Çetin diye seslendim. Ne var lan? dedi. Harçlık ister misin iş var dedim. Çocuklara bir şeyler söyleyip yanıma geldi. Yine kandırıyorsam bir daha apartmandan çıkamazmışım taşa tutarlarmış. Ona göre yüklü bir miktar para verdim, rutin gazeteleri almasını istedim. Parayı aldı, bir arkadaşını çağırdı, kulağına fısıldadı. Çocuk parayı kaptığı gibi koşmaya başladı. Bu yaşta taşeronluk yapıyor ilerde büyük adam olacak it.
               Yalnızlığa alışmanın en zor dönemeci kapı ziliyle anahtar deliği arasından geçiyor. Yine zile gitti elim bi dal çalmış bulundum. Anahtar kullanmaya yabancı parmaklarım iki üç duraksamada açabildi kapıyı. Kahve suyu ısınıp kahvaltılıklar masaya dizilene dek çocuk gazeteleri getirdi. Saatleri bulan kahvaltılarımızın ilhamı gelir diye tüm masayı donattım. Gelmedi işte, sen de gelmedin, zil de çalmadı hiç. Kahveyi yudumlayıp sigarayı yaktım. Şerafettin bacağımda mırıldanıyor. Kesin bir şey istiyor şerefsiz. Bu sefer de ben yüz vermedim, masayı da olduğu gibi bıraktım. Panjurları indirip yorganın altına girdim, başımı yastığın altına sakladım. Bu haftasonu da cumartesiyi yaşamakta zorlandım. Saat dönsün gün bitsin diye bekledim. Biliyorsun çaresiz kalıp ağlamaklı olduğumda hep yapardım. Kafamdan akanların hızlarının aksine zaman musluk ucundaki su damlası kadar hantaldı.
               Biliyorum şimdi söylesem belki anlamsız gelecek, mizaha yorarsan bol bol güleceksin yine de söylemek istedim. Benden yana yüz çevirdin, bana surat astın. İlletime dayanamayıp uzak mahallelere yelken açtın. Belki bu karar sana hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Ama Piç Çetin de aşıktı sana, onun da hayalleri vardı. Büyüyünce seni gelin beni şoförü yapacaktı.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

KİRALIK KATİL

Dünyanın yörüngesinin tersine seyretmesi ve insanoğlunun talihiyle barışamamasının temelinde iki temel düşünce yanlışı yatar. Normal insanların tamamının kötü olduğu algısı, engelli insanların tamamının iyi olduğu algısı. İkisi de saçmalık!
               İsmim yok. İlla tanımlanmam gerekiyorsa elin aşağı yukarı sallanması beni ifade ediyor. İşitme engelli bir insan azmanıyım! Önümde parlak bir gelecek yaratan talihsiz bir olay sonucu bırakın okuma yazma öğrenmeyi aynı kaderde olduğum insanlarla iletişim kuracak dili dahi öğrenme gereği duymadım. Yani en azından müşterilerim öyle biliyor. Neyse şimdilik gelmemi, gitmemi ve gündelik işlerimi yoluna koyacak kabaca işaretleri algılıyorum. Bir de fotoğraflar tabii. Gözü yaşlı fotoğraflar. Onlarcası tutuşturuldu elime, hepsinin dilinden çok iyi anlarım. Bir tanesini çok sevmiştim hatta. Görmemle öldürmem arasında geçen kısa zaman diliminde aşık olmuştum. Tek damla göz yaşını da o sabah döktüm.
               Kiralık katilim. Üyelerinin tamamının nitelikli olduğu bir suç şebekesinin elebaşıyım. İşitme ve konuşma engelim dışında vücudumun bütün bölümleri normal insan standartlarının üzerinde. Kadınlar tarafından uzun göz hapislerine maruz kalıyorum. İnsanoğlunun geneline bakış açımın aksine kendi bedenime önem veriyorum. Yunan tanrılarını kıskandıran bir vücudum, çoğu kişinin ağzını sulandıran yaşam standartlarım var. Bugünlere gelmem kolay olmadı.  Hayatımda bir şeylerin ters gittiğini çok geç farkettim. Üç yaşında çevremdeki çocukların çenelerinin benimkinden gözle görülür oranda fazla hareket ettiğini algıladım. Ve o çene hareketlerine herkesin yüzünü döndüğünü gördüm. Benim dışımda herkesin. Yeni tanıdığım bütün büyük insanlar başka çocuklardan ayrı olarak gözlerinde korku ve su birikintisiyle yaklaşıyordu. Hitap etmeyi öğrenmeden acıma duygusunu öğrendim. Ve bütün insanlarda o duyguyu yoğun bir şekilde tattım. Kendimi bildim bileli gözlerdeki o sulanmaya karşı öfke besledim. Okula gitmedim. Dokuz yaşımda kendimden iki yaş büyük olan ablamı bu acıma duygusuna katlanamadığım için bıçaklamak suretiyle öldürdüm. Gardıropun kapağını açtığımda içinde gözü yaşlı şekilde bana bakıyordu. Gittim mutfaktan bıçağı aldım. Durumu anlamasına fırsat vermeden tek celsede boğazına sapladım. Akan kanın ciddiyetini fark etmemle kendimi sokağa atmam bir oldu. Ertesi gün başka bir mahallenin bakkalından çaldığım gazetenin üçüncü sayfasında gördüm haberini. ‘’KARNESİNDE ZAYIF NOT BULUNAN İLKOKUL ÖĞRENCİSİ GARDIROBUNDA ÖLÜ OLARAK BULUNDU’’. Gazeteciler doğruları asla göremez. Olayları saptırıyorlar. Yani kim karnesinde zayıf olduğu için gardırobunda ağlar ki? O günden sonra da eve bir daha dönmedim. Sokaklarda engelimin verdiği acınma duygusunu kullanarak hayatta kaldım. Bir kahvecinin zoruyla bu gruba dahil oldum.
               Bir insanın mağduriyeti, acizliği yahut çaresizliği benim için bir şey ifade etmiyor. Fotoğraf alıyorum, yeri gösteriyorlar ve öldürüyorum. İletişimim insanlar açısından bundan ibaret olduğu için yüksek meblağlara rağmen tercih ediliyorum. Çalışma prensibim basit. İşimi temiz hallediyorum ve ardından bir hafta kafa izni. Aldığım canların etkisi ortamı terk edip temiz bir duş almamla rahatlıkla kayboluyor. Uzun yıllardır tek bir gözyaşı dökmedim. Genel itibariyle mutlu bile sayılırım. En azından mutsuz hissetmiyorum. Hissiz de denilebilir. Standart bir insan kadar duygu sahibi engelli kategorisinde değil üst düzey bir katil kategorisinde azılı bir cani kadar duygu yoksunuyum. Bir katili değerlendirirken insani özelliklerinden ziyade icraatlerinin değerlendirilmesi gerektiğine yürekten inansam da bir engellinin insanlığın görüp göreceği en büyük katil olarak tarihe geçmesine olan arzum içimde dengesi bozulmayan büyük bir çelişkiye sürüklüyor. Bu pislik arzuyla güdüleniyorum ve elimde tuttuğum caniliğin bayrağını zirveye dikmeme ramak kaldı. Hedefime ulaşmam pahasına bütün insani arzu ve duygularımı zihnimdeki büyük demir kapılara kilitledim. Yine de ölmeden bütün hayat hikayemi ve icraatlerimi bir insana kelimelerle anlatmak isterim. Gözlerindeki korkuya bağlı büyümeyi görmeyi ve nesiller boyu anlatılan azılı bir kabus olabilmeyi… Ölümümün ardından insanlığın karanlık müzesi olması adına fotoğraflardan bir müze hazırladım.
               Bütün dengemi altüst eden o kişiyi göreli 2 hafta oldu. Zihnimin bütün kilitlerini çözen, duygularımı beynimin içinde dörtnala koşturan varlık! Her gün öğlen evden çıkışını ve akşam eve girişini gözetliyorum. Onu fark etmem yüzünden iki can hala boş yere oksijen tüketiyor. Bütün siparişleri erteledim. Haftalar geçiyor, ben sürekli onu düşünüyorum. Sonunda onu kaçırmaya karar kıldım. Paydos zilinin çalmasıyla herkes koşuşturmak suretiyle mekanı terk ediyordu. Hava kararmıştı. Birazdan ara sokaktan yanından geçecek. Yürürken küçük, narin elleriyle yerdeki çöpü aldı yürümeye devam etti. Evine ulaştıracak servisi az ötede. Yaptığı temizlik faaliyetinin verdiği öz güvenle kendinden emin yürüyor. Çöpü atmak için ara sokağa doğrulmasıyla bayılması bir oldu. Çöpün kenarında yatırdım, ortalık sakinleşince aceleyle arabama götürdüm. Fazla yer kaplayan bir yapısı yoktu, fakat kendimi riske attım. Garaja saklanıp gece olmasını bekledim. Bu süreçte onu defalarca bayıltmam gerekti. Gece 3 civarı evime çıkardım ve gardıropa kitledim.
               Bütün dengemi bozan o olay saatinde perdeleri kapatıp gardıropu açtım. Ağlamaktan şişmin gözleri ve çaresizliğiyle aynı ona benziyordu. Bazı olaylar da kişiler gibi çift yaratılmıştır. Bir anda dokuz yaşıma döndüm. İlk defa bir insana kendimi anlatmak için muazzam bir çaba sarf ediyordum. Ağzımı olabildiğince açıp kapatıyordum. Nasıl göründüğü ve başarılı olup olmadığı mümkün değil. ‘’Beni siz yarattınız, ben yok ediyorum!’’, ‘’Beni diğerlerinden neden ayırdınız?!’’, ‘’Ben de sizler gibiyim, sizler kadar kötü, hatta en kötüsüyüm!’’, ‘’Ben insanlığın ve kötülüğün en büyük patronuyum! Bu vahşet hepimizin!’’. Beni anladığına emin değilim fakat çabaladıkça gözlerindeki korku büyüyor ve gözyaşları hiddetle akmaya devam ediyor. Uzun yılların ardından ben de ağlıyorum. Dokuz yaşında yapamadığım şekilde beraber ağladık. Kısık sesle bağır çağır ağlıyoruz! Kan damarlarımda tekrar hızlı akmaya başladı. Bilincimi kaybettim. Gözü yaşlı şekilde fotoğrafını çekip makineyi kapının önüne koydum. Bıçağı getirip dokuz yaşında yaptığım şekilde ufak kız çocuğunun canını oracıkta alıverdim. Pencereyi araladım, odanın kapısını açtım. Akan kana aldırmadan yamacına oturdum. Ağlıyordum; sessiz, bağır çağır ağlıyorum. Beklediğim esintinin gelmesiyle elimde hazırda bulundurduğum neşteri can damarıma sürmem bir oldu. Göz yaşlarım kanımdan hızlı akıyordu. Bütün vücudumu saran o sıvı esintinin verdiği rahatlamayla beni derin bir uykuya sürüklüyordu. Kapının kırıldığını hava sirkülasyonuyla duyardı bir işitme engelli. Sesi duymasa da kapıdan odaya ulaşma süresini tahmin edebilir. Bağırmaya başladım, anlamsız sesler çıkarmış olmam muhtemel. O soğuk bedene sarılarak bağırıyor, bir yandan da ağlıyordum.
               ‘’BAK BEN DE SİZLER GİBİ OLDUM. SAĞLAM VÜCUTLU, ZENGİN VE SAYGI GÖREN BİR İNSANIM. SİZİN KADAR KÖTÜ, SİZİN KADAR İYİ, SİZİN KADAR DEĞİŞKEN VE SİZDEN DAHA CANİ! ANLATAMADIM, KELİMELERİ KULLANAMADIM, O KUTUYA KULAK KESİLİP EĞLENİŞİNİZİ ANLAYAMADIM. ONUN DIŞINDAKİ HER ŞEYİ SİZDEN DAHA İYİ YAPTIM. KÖTÜLÜĞÜ DE! AMA BU KORKUNÇ KARİYERİ TEK BİR HARFLE OLSUN ANLATAMADIM! SİZE BİR ÇOK FOTOĞRAFTAN OLUŞAN BİR CİNAYET MÜZESİ VE TÜYLER ÜRPERTEN KÖTÜ VAKALAR BIRAKTIM. HEPİMİZ KÖTÜYÜZ, VE HEPİMİZ İYİ. HEPİMİZ ŞEYTAN VE MELEĞİ İÇİMİZDE TAŞIYORUZ. BEN O MELEĞİ DE ÖLDÜRDÜM!’’
               Gözlerim kapanmak üzere kapıda birçok polis belirdi, küçük kız çocuğuna şefkatle sarıldım. Nefes alış verişim yavaşladı ve sonunda kesildi. Son birkaç nefesle kulağına fısıldadım:
               ‘’Üzülme ablacım, ağlama da. Baksana ben de senin gibi normal bir insan oldum…’’

12 Mayıs 2015 Salı

KADRAJ


               Kaç derecede saklanırsa bozulmazdı anılar? Kaç poşetle sarmalayıp saklarsan koku yapmazdı? Kendi soğukluğu yeter miydi kendini muhafaza etmek için? İçi ısıtan anılar daha çabuk mu bozulurdu oda sıcaklığında? Bozulunca daha değişik mi hatırlanırdı? Yoksa silikleşir, siyah kör noktalar mı oluşurdu? Hani kati suretle ardındakini hatırlayamadığın siyah kör noktalar…
               En az organik ürünler kadar anıların muhafaza edilişi de mühim ve sistemlidir. Birinci ve en önemli koşuludur gruplandırma yapmak. Gülümsetenler ve esefe sürükleyenler… İyi olanlar fotoğraf kağıdına, kötülerse bilinçaltına tab edilir. Foto muhabiri değilseniz eğer üzgünken birinin fotoğrafını çekmek genelde mümkün değildir. En doğal fotoğraf potansiyeli olan bu anlarda fotoğraf çekmekten daha mühim vazifeler vardır. Avutmak, sakinleştirmek ya da unutturmak gibi. Ayrıca son derece insani bu durumların hatırlanmasına da lüzum yoktur. Her bir mutlu an itinayla defalarca çekilirken, kötü anlar gizli saklı yaşanır ve orada biter. Bitmesi gerekir. Bu düşüncelere kapılmamın üzerinden elli yedi yıl geçti. Ve bu mentaliteyle çektiğim ilk fotoğrafın üzerinden…
               Kendimi fotoğrafçı olarak tabir etmesem de uzun yıllardır fotoğraf çekiyorum. Geçen hafta itibariyle bıraktım. Üç yıl önce bırakmam gerekiyordu normal şartlarda. Ellerim ayaklarım yeteri kadar tutmuyor artık. Vücudun beyne hükmettiği zamanları çoktan aştım. Beynim ellerim ve ayaklarımın arzularına cevap veremediğine karar verdi. Birçok fotoğrafım titrek bir esinti gibi bulanık çıkıyor artık. Zaten üç yıldır da pek çıkmıyorum fotoğraf çekimlerine. Onun ölümüyle karar verdim bu amansız alışkanlığımı sonsuza kadar bırakmaya. Cenazesinde…


               Yirmili yaşlarda babamdan yadigar zenit marka fotoğraf makinesiyle başladım fotoğraf çekmeye. Genelde mahallelinin iki dirhem bir çekirdek aile fotoğraflarını, vesikalıklarını; askerlik, düğün gibi önemli olayları ölümsüzleştirirdim. Rica minnet üzerine başladım desem yeridir. ‘’Selim sana zahmet’’, ‘’Selim lütfen’’, ‘’Selim ellerin dert görmesin’’, ‘’sen olmasan napardık be Selim’’. Cebime sıkıştırılan harçlıklara ve iltifatlara ortaktı cevabım ‘’Eyvallah x abi… Ne demek.. Sağ olasın…’’ ve tek cümle üzerine kuruluydu tüm yapı ‘’Gülümseyin çekiyorum.’’
               O zamanlarda tanışmıştım Nilüfer’le. Sürekli kavga ederdik. Tartışmalarımız yüksek perdeden kelimelerle devam eder, kısık ağlamalarla sonlanırdı. En çok o zamanlarda severdim Nilüfer’i. Gözyaşları ekseninde kızarmış yanakları, sulanmış gözlerinin pastan arınmasının parıltısı ve kaş uçlarının çaresizlik içinde üst noktada kavuşma çabaları. O anlardan birinde karar verdim mutsuzluğun fotoğraflarını çekmeye. Kısık ağlamalarının birinde fotoğraf makinesini odadan kaptığım gibi getirdim. Adını seslendiğimde bakmasıyla düğmeye basmam bir oldu. Kısık ağlamaların yerini yüksek perde hakaretler aldı. ‘’Selim! Sen hastalıklı bir adamsın!’’ kapıyı çekti ve gitti. Bir daha da dönmedi hiç. Yıllarca konuşmaya çalıştım. Annesinin evinden dışarı adım atmaz oldu. Soyadını değiştirmek ya da boşanmak için dahi iletişim kurmadı. Ben de trajikomik bu ayrılışın buhranını bir an olsun üzerimden atmadım. Birkaç ay kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Doğallığını, mutsuzluğumu bozmadan. Kendimi toparlayıp dışarı adım attığımda cadde cadde sokak sokak mutsuz insanlar aradım. Köyleri gezdim, cenaze kapılarında bekledim. İçimden hep o tek cümleyi tekrarlıyordum: ‘’Gülümseme, çekiyorum!’’
               Bütün evi iki kat saracak fotoğraflar edindim. Mutsuz, gözüyaşlı, sinirli, bitkin binlerce insan. Nilüfer’in ailesinin tek tek yok oluşunu kronolojik sıraladım komidinin üzerinde. Hepsinde o aynı ağlamanın güzelliği, o çaresizliğin… Beş senedir kimsesi yoktu. Yine de bir gram ısınmadı bana karşı. Bense bir adım dahi uzaklaşmamıştım sevdasından. Yeni yetme bir evlat geldi bir gün kapıma. ‘’Selim amca Nilüfer teyze sizlere ömür.’’ Makinemi aldığım gibi nefes nefese evine gittim koltuk altımda yıllaar önce gitmeden önceki son hüznünü çektiğim fotoğrafla. Tabut etrafında insanlar yığılıydı. Hepsi hürmet eder sağ olsun bana yer açtılar. Gözyaşlarıyla karışan dedikodular odada uğultu oluşturuyordu. ‘’Çıkın dışarı!’’  diye bağırdım. Sessizlik bıçak gibi kesti kalabalık uğultuları. Tekrar ettim ‘’ Çıkın dışarı!’’. Yaşın belli bir seviyenin üstündeyse yaptığın davranışların saçmalığı yeterince sorgulanmaz. Boyun eğdi her biri hızlı adımlarla odayı terk etti. Baş başaydım sevdiğim tek kadının nihayete ermiş bedeniyle. Tabutu andırmıyordu kendini. Koltukaltımdaki ağlayan fotoğrafını koydum baş ucuna. Yaş ile duygusallık doğru orantılıdır. Kısık kısık ağlamaları onun yerine ben yaptım bu sefer. Tek kelime etmedim. Duymayacağından değil, söyleyecek tek harfim kalmadığından. Muazzam derecede bulanık çıkacağımıza emin olduğum son fotoğrafı çekmek üzere o ilk makinemi hazır hale getirdim. Makineyi yukarı kaldırırken bana ihanet eden kollarımı merhumun yanında iyice hissetmemle göz kaslarımın kendini salıp gözyaşlarını serbest bırakması bir oldu. Son gücümle kollarımı yukarı kaldırıp makineyi kendime ve ardımdaki tabuta doğrulttum. Son bir kez ardıma dönüp gözü yaşlı fotoğrafa göz yaşlarıyla yavaşça fısıldadım.
              
                         ‘’Seni hala ilk günkü kadar seviyorum benim huysuz ve bahtsız kadınım.

Hiç üzülme, çekiyorum…’’

29 Nisan 2015 Çarşamba

HAYATI YANSIMALARDAN YAŞAMAK


Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Saatine bakmak için telefonunu kırk beş derecelik açıyla kendine doğrultup sol yanındaki tuşa basmaya yeltenmesiyle patlak veren olayla farkına varmıştı bu durumun. Sıradan bir Salı akşamı sırtını pencereye vermiş notlarını karıştırmayı kesip telefondan saate bakmaya yöneldiği sırada sert bir gök gürültüsüyle irkildi. İki nokta dört rakam görmek için eline aldığı telefonunda gürültü eşliğinde uçağın beyaz, turuncu ve kırmızı renklerle boğuşmasına tanık olmuştu. Müthiş bir patlama! Ve uçak parçalarının renklerle giriştiği o muazzam cümbüş. Arkasına dönmeye cesaret edemedi. Dakikalarca bakakaldı ekrana, ekranın solundaki bütün olaya ışık tutacak ve saati gösterecek aydınlatma tuşuna basmadı. Olay ülke gündemine bir anda oturmuştu da olaya tanık olma şeklini hiç kimseye inandıramamıştı. Kendi de inanmadı sonra.

               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. İlk kez metro camına 60 derecelik açıyla baktığı sırada aşık olmuştu. Bir çift ateşten gözün simetrik karşıt cepheden 60 derecelik açıyla saliselik bakışına çarpmıştı gözleri. İki saniyelik aranın ardından tekrar göz göze geldiler. Hiç ayırmadı gözlerini camdan. 30 derecelik açıyla kafasını çevirip aslına bakmaya da yeltenmedi hiç. Tam 9 saniye! Metronun hızlanıp zamanın yavaşladığı, ayın doğmakta tembel davranıp mesaiye geç kaldığı bir anda ne kadar büyük bir zaman dilimi! Einstein yattığı yerden tebessüm edip ilk aşkın şerefine kadeh kaldırıyordu. 9 saniyenin ardından o çift göz, sahip olduğu bedeni dünyanın en çirkin sesine sahip o kadının ikazıyla metronun dışına taşıdı. ‘’Beşevler’’. Ayırmadı gözlerini camdan, bir saniye kırpmadı gözlerini. Kafasını çevirip peşinden gitmeye dahi tenezzül etmedi. Öylece kalakaldı uzunca müddet. Taa ki o çirkin sesin uyarısına kulak kabartana dek, ‘’Son istasyon, dikimevi!’’
               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. Sakal tıraşı olduğu esnada ‘’Artık katlanamıyorum! Bitti!’’ nidalarıyla açılmıştı birden kapı. Ardındaki kapıyı görebilmek için yanlamasına 75 derecelik açıyla baktığında görmüştü hayatını emanet etmeye hazırlandığı kadının fırlattığı yüzüğü. Yüzüğün aynaya çarpıp giderden yuvarlanmaya başlamasıyla hayatının kadınının sokak kapısından kaybolması arası 7.2 saniye. Olayın beyninde yarattığı depremin şiddetiyle aynı rakamlara tekabül ediyor. Tıraş köpüğü beton kesilmişti. ‘’Gillete Mach 3 Turbo’’ tıraş bıçağı reklamların aksine sakal üstünde dans eder gibi kaymıyordu. Aynı zaman diliminde kadının gidişiyle geçen sürenin o görüntünün aynadan kaybolma zamanıyla arasındaki tezat karşısında Einstein’ın kemikleri sızlıyor, merhum kişi olaya daha fazla müdahil olmak istemiyordu. Ayırmadı gözlerini aynadan. Dakikalarca bakakaldı. Kapının çarpmasından 0.22 saniye önce kadının sırtı ve saçlarının oluşturduğu görüntü toz halinde aynada kalakaldı. Ve hareketsiz bir şekilde dakikalarca aynaya bakmaktan bir an olsun sıkılmadı. Zamanın durmadığına kimse inandıramazdı o an, sakalında köpükle harmanlanmış kırmızı damlacıkların lavabo giderine yaptığı yolculuk olmasa.
               Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmenize fırsat verilse de gerçekleşir. Küçük bir azınlığa mensup bir dinozor olarak 98 yaşına varmayı başarmıştı. Çevresinde kime ‘’Allah uzun ömür versin’’ dediyse yaratanı o gencecik bedenden alıp bu lanetli insana vermeyi uygun görmüştü. Azrail, bütün vücudu cüzzamlı bir gurubete dönmüş bu lanetli ihtiyarı bir türlü ciddiye almıyor, çevresindeki bütün sevdiklerini gözleri önünde birer birer ellerinden koparıyordu. Ölümlerin her birine esef içinde tek tek şahit oldu. Türlü hastalık ve ecellerle ölen sevdiklerinin gözlerini o kapıyor, başında duasını o ediyor ve ilk toprağı gözyaşları içinde ilk o atıyordu. Çevresinde ses çıkaracak tek bir canlı kalmadığından her gün 98 senenin keskin hatıralarını katarakt olmuş o gözlerle tekrar ve tekrar önünde canlandırıyor ve anılarını kesintisiz yaşamak için hala 62 sene önce yüzük çarpan o aynayı kullanıyordu. Hayatına yön veren bütün olaylara cam ya da aynadaki yansımalarla şahit oldu. Türlü haber çığırtkanlığı yapan televizyonlar gibi. Ölümler dışında bütün dönemeçleri... Bazı olaylar başınızı ardınıza çevirmeye fırsat vermeden gerçekleşir. En çok gözlerine şaşırdı şu hayatta. Gözleriyle görüp gözleriyle inanamadı olup bitene. İyice bak derdi hep, gözün görüyorsa inanmasan da doğrudur, gözün gördüğü kulağın duyduğundan kesindir. Diğer duyuların aksine algıları daima gözler yönetir. Ve talihsizlik bukalemunların aksine insanların iki gözü de dünyayı aynı açılardan gözetir…

26 Nisan 2015 Pazar

AYRILIKLAR MÜZESİ: ZAGOR


                Bazı olayların başlangıcı ve bitişini çok sonradan farkediyor insan. Zihnin kalın duvarları arasından yükselmiş zümrütten bir kale gibiydi varlığı. İki yıl önce beynimin kanalları arasındaki labirentli yollarda kaybolduğum bir anda farketmiştim o kusursuz yapının varlığını. Zihni karışık olduğunda kavrayamıyor insan çevresinde olup bitenleri. Amaçsızca yol bilmeden koştuğum zamanlardan birinde durup düşünmek için değil de yorulduğumdan durup nefeslendiğim, o sırada sigaramı rahat yakmak için rüzgara sırtımı verip ardıma döndüğümde algıladım bir anda ardımda bitiverişini.
               Sevginin de öyle bir özelliği var. Önyargı gibi farketmeden bir anda bitiveriyor gözünün önünde insanın. Bir anda anlıyorsun sevgi beslediğin insandaki ilahi kusursuzluğu. Ve etrafındaki her şey manasızlaşıyor o andan itibaren. Şansın varsa eğer, işte o zaman doğuyor güneş o zümrüt kalenin üzerine. Vee günışığının mucizesi; göz kırpıyor yalnızlığından ve çaresizliğinden kaçıp sığınacağın o mükemmel kale.
               On beş gün geçse iki yıl olacaktı. Bir ömür geçti de o on beş gün geçemedi işte. Gün gibi hatırlıyorum başlangıcını. Bilen bilir öyle kolay kolay doğmaz gün ışığı şubatta. Siyasalın yanında ağaç dibinde eğilmiş eski kitaplar satıyordu. Kitaplara göz gezdirirken eski zagor çizgi romanları görünce beni hınzır bir gülümseme almıştı. Rahmetli babamın yeni nesil oyuncaklara karşı daimi bir savunmasıydı bu çizgi romanlar. Hep ‘’Bunlar da neymiş biz Zagorlarla büyüdük’’ derdi. İçimdeki duyguları tekrar canlandırmasının şerefine zagorları almaya karar verdim.
               -Ne kadar bunların fiyatı?
               Sesimle birlikte döndü eğilmiş ve bezmiş o bedene tabii olan yüz. Yüzünün yarısını yaprak gölgesi diğer yarısını Şubat güneşi sarmıştı. Daha dikkatli bakmak için ellerini yüzüne siper etti. Bana sorsan 5 dakika ona sorsan 45 saniye yandaki simitçiye sorsan maksimum 4 saniyelik duraklamanın ardından cevapladı:
               -2 kahve
               -Nasıl?
               -2 kahve işte. Filtre kahvelerden.
               -Fiyatı yok mu bunun?
               Sinirlenip okul yolunu tutmuştum. Bir yandan bu gereksiz muhabbetten dolayı kendime kızıyor, bir yandan babamın hatıralarını tek tek gözden geçiriyor bir yandan da derse yetişmeye çalışıyordum. Gecikmeli de olsa ilginç bakışlar arasında derse girdim ve düşünmeye başladım. Böyle olaylarda düşünmek istemli bir davranış olmaktan ziyade kendi kendine gerçekleşen bir eylemdir. Gün boyu attığım adımlar karşılaştığım insanlar ve tekrar tazelenen mazi bir bir tekrar canlanıyordu zihnimde. Hızlı çekim bu sürekli tekrarlarda her seferinde bir şeyler eksiliyordu. Zihnim gereksiz bir ayrıntıyı bir sonraki seferde muhakkak def ediyor ve sonunda beni dört ana unsur etrafında topluyordu. ‘’zagor’’, gözlerini gün ışığından kısmış o dikkatli bakan yüz, babam ve hatıraları…
               Beklemenin katlanılmaz olduğu saniyelere daha fazla katlanmadan apar topar çıktım henüz bitmemiş dersten. Yürümekle koşmak arasında bir hızda sağıma soluma bakmadan ilerliyordum. Kısa bir zaman diliminde gözlerim biraz daha dolu dikildim tepesinde. Bu kez gölgem kaplıyordu bütün ‘’eğilmiş duran adam’’ın bedenini. Elimle işaret ettim:
               -Ne kadardı bunlar? Gölgenin etkisiyle daha kararlı bakan o yüz daha kararlı ve tebessümle bakıyordu.
               -Üç kahve.
               -Gıcık mısın sen? Sardık başımıza belayı.
               -Zam geldi. Biliyor musun memleketteki enflasyonu?
               -Tamam uzatma buraya mı getiriyim kahveleri?
               Bekle dedi. Çizgi romanları kenarı ayırıp kitapları çantasına koyması bana sorsan 10, ona sorsan 15, simitçiye sorsan 115 saniye almıştı. ‘’Hadi gidelim’’ dedi. ‘’Ee satmayacak mısın daha?’’ dediğimde ‘’satarız sonra canım sıkıldı’’ demişti. Peşin fiyatına üç taksitte ödemiştim kahveleri. Ondan sonra da kendi ödemeye başladı zaten. Üç kahveye zagorların yanında bir adet mazi aldığım gibi bir adet de nur topu gibi ati satın almıştım.

               Zaman oldu gelip gitmelerimizle diş fırçalarımız da sevgili oldu, ardından not tuttuğumuz dosyalar ve nihayetinde koşu için kullandığımız yedek spor ayakkabıları ve kıyafetlerimiz. Kavgalarımız da olmuyor değildi. Diş fırçaları başka yönlere bakıyordu o zamanlarda mesela. Tesadüftür muhakkak ayakkabılardan biri mutlaka ters dönmüştür ertesi günü. 2 senelik o kaosun muhteşem ahenginde başım dönüyor, bir elimle aya öbür elimle yıldızlara erişirken iyice gerildiğimde aynı anda güneşin sıcaklığıyla yüreğimi ısıtabiliyordum. Zaman, mekan ve insanlardan müstakil ayrı bir evrende sağa sola bakmadan, ayrıntıya takılmadan koşturuyordum yalın ayak. Rüyalar da böyledir uzun metrajlı bir film gibi hafızanda yer ederken başı sonu ve ortasından başkasını hatırlamazsın hiçbir zaman. Yalın ayak koşturduğum esnada yuvarlandım o hayal aleminden. Düşmenin etkisiyle bozuldu rüya, zaman yerine tekrar oturdu ve insanlar tekrar geri geldi. İnsanların geldiği anda o çoktan gitmişti. Bana sorsan 15 salise, simitçiye sorsan 15 dakika ona sorsan 15 yılı bulmuştu yok olması. Saliselik olduğuna yemin edebileceğim o zaman diliminde parça parça kopmayı başarmıştı hayatımdan. Çoktan koymuştu kafasına gitmeyi belli ki. İlk aklı karar vermişti gitmeye. Aklıyla gitmişti ayakkabıları besbelli. Sonra yüreği gitmişti ağıraksak. Diş fırçasını götürmek de kesin onun işi. Vücudu gelirken elleri ayakları geri gitmeyi yeğliyordu muhtemelen. Onlar almıştır bütün kıyafetleri. Vicdanı almıştır giderken kesin. Kokusundan içim yanmasın diye o parfüm şişesini. Ve en son bedeni gitti, ‘’gitmem lazım, seni seviyorum. Hoşça kal!’’…
               Bütün bedenimi kesif bir felç aldı. Hoşça kal da diyemedim umarım kalacaktır. Parça parça harcadığımızı gördüğüm zümrüt kalenin kalıntıları tepeme yıkıldı. Çıplak kalmış ruhumun mahremini örtmek için sarılacağım birkaç parça eşya aradım. Boş dolaplar, gereksiz birkaç parça üstbaş ve onlar duruyordu komidinin üstünde. Maziyi ve şimdiyi içinde barındıran zagor’un çizgileri…
         
                             //MUSEUM OF BROKEN RELATİONSHİP//

Dipnot: Bu hikaye ayrılanların sevgililerinden kalan eşyaları bağışlamalarıyla oluşturulmuş ayrılıklar müzesine bir Türk tarafından bağışlanan zagor çizgi romanından yola çıkılarak yazılmıştır. Yolunuz düşerse müzenin ana merkezi Zagrep'te imiş. En yürek burkan parçaya gelince: